YORUMSUZ İKTİBAS
Kimliksizliğin Okulu Var Mı?
Aydın yabancılaşmasında zevkçilikle başlayan sürecin toplumun bazı kesimlerini ötekileştirmeyle devam ettiğini, zevkçilikten sosyalizme, zevkçilikten heterodoksiye geçişi, aydınlar nezdinde Bektaşilik ve yabancılaşma ilişkisini, Melamilik ve yabancılaşma ilişkisini; bu unsurlar içinde Batıniliğin nasıl yapılandığını, Batıniliğin iç yüzünü, heterodoksiden masonluğa geçişi, erken dönemde pozitivizmi, Batılı müşrik formatlanışı, heterodoksi ve masonluktan pozitivizme geçişi, pozitivizmden sosyalizme geçişi, kozmopolit üst seçkinlerin zihniyet özelliklerini ve kozmopolitizmi, yozlaşma sonucu ahlakın işlevsizleştirilmesini, sonuçta çift kimlikli toplumun oluşumunu açıklamakta Mahmut Çetin; “Aydın Yabancılaşması” isimli kitabında…
Aydın yabancılaşmasındaki keyfiyeti dönemler halinde ele alan Mahmut Çetin kesitler ve kareler sunmakta, yakın tarihin derinliklerinden değişime dair ciddi ipuçları vermekte. Osmanlı’dan başlayan değişim macerasını günümüze kadar taşınmakta ve kıyıya oturan bir gemi durumuna düşmüş aydının serencamı işlenmekte…
“Bizim asıl ele aldığımız kesim üstseçkinler, bürokrasi ve tekelci sermaye içindeki heterodoks eğilimler ve diğer yabancılaşma düşüncelerinin dönem dönem Türk aydınını etkilemesi... Etnik veya inanç farkından ziyade bir zihniyet var karşımızda. Bu zihniyeti topyekûn yabancılaşma olarak ifadelendirebiliriz. Toplumları ayakta tutan şey değer yargılarıdır. Bu toprağın insanlarıyla hiçbir kültürel bağı olmayan Türkiye'deki küçük bir mutlu azınlık, değer yargılarımızı tahrip ederek toplumun geleceğiyle oynuyor. Bu ideolojinin hedefi özel olarak birey, genel olarak da toplum olmakla birlikte, kurum olarak hedef ailedir. Adeta bir yabancılaşma ideolojisiyle karşı karşıyayız. Yapılması gereken; yerli düşünceye mensup aydın tavrının öne çıkması. Halk üzerine düşeni yapabildiği kadar yapıyor. Halkın içinde ve önünde olan bir aydın tipi, mutlaka çözümler üreterek öne çıkmalı. Yahya Kemal'den başlayarak ifadesini bulan bir ekol, ‘değişerek devam etmek.’ Çözümlerini sert kararlarla, jakoben, ‘dır'lı cümlelerle değil, hayatın içinde arayışını sürdürerek ve geleneğin yorumlanarak modernize edilmesi tarzında bir yaklaşım. Tanpınar'dan Cemil Meriç'e ve günümüze kadar uzanan bir zincir. Bunun açılımları sol da sağ da olabilir” diyor yazar.
Prof. Dr. Yümni Sezen ise “Çağdaşlaşma, Yabancılaşma ve Kimlik” isimli eserinde, günümüzde daha çok halk kesimlerinde yaşanan kültürel farklılaşmayı ve nitelik olarak da aydın bazında sosyolojik açıdan değerlendirmeler yapmakta ve konuya şöyle yaklaşmaktadır: “Toplumları, özellikle Türk toplumunu tahlil etmek, bilimsel kurallar ve metotlarla değerlendirmek artık zorlaşmıştır. Buna sebep değişme hızının artması değildir. Değişmeyi ve doğurduğu sonuçları tesbit ve tahlil etmek imkân dâhilindedir. Gözlemlerimiz tarafsız ve sağlamsa, ölçütlerimiz bilimsel ise ve tecrübelerden çıkarılmışsa, değerlendirmenin yapılamaz tarafı yoktur. Fakat bir ülkede aynı anda dört mevsim yaşanır gibi, sosyolojik, tarihî, kültürel istikrara uymayan keşmekeş artmışsa, sürprizlerle başedemiyorsanız işiniz zor demektir.” demesine rağmen; “Herşey kötüye mi gidiyor? Başta Batı dünyası olmak üzere bütün toplumlar, bugünkü medeniyet dairesinin nimetlerinden istifade ile ilerlemiştir.
Yeni metotlar, anlayışlar ve yeni teknolojilerle, birçok olumsuzlukların belini kırdık. Yeni yeni olumsuzluklar ürettik ama eskiye nazaran belli bir yere geldik. Türkiye de birçok ızdırabı geride bırakmıştır. Milletleşme, istenilen seviyeye gelmemiş olmakla beraber, artık Hakkari’li ile Edirne’li, Trabzon’lu ile Muğla’lı birbirinden haberdardır, arzu edilen şuurda olmasa da, ilişki ve kaynaşma içindedir. Mahalli olan birçok şey millileşmiştir. Gaziantep ve Şanlıurfa’nın baklava, lahmacun ve çiğköftesi, Şanlıurfa’nın sıra gecesi, İstanbul’un Türkçe’si, Karadeniz’in horonu, çok sayıda kültür unsuru, normlar ve değerler, millet sathında bilinir, yapılır ve yaşanılır olmuştur. Milli şuur gelişmiştir. Vatanın bir ucundaki diğerinden, en azından haberdardır. Şikâyetlerimiz hiçbir şeyin istediğimiz şekilde ve olması gerektiği seviyede olmamasıdır. Daha önemlisi iyi ve güzel olanlar artarken, kötü ve çirkin olanların da süratle çoğalmasıdır. Kötülükler de artık kolayca yayılıyor. Vatan köşeleri birbirinden haberdardır ama kötülüklerinin de farkındadır.” sözleriyle, ümitsiz olmadığını da vurgulamaktadır.
Prof.Dr.Yümni Sezen’e göre, bazen gazetelerin haberlerinden aldığımız birkaç cümle toplumumuzu fotoğraflamaya yetebilir: “15 bin çocuk uçurumda...
18’inde yurttan atıldı, sokağa düştü... Tinere başladı, tecavüze uğradı... Karakolda işkence gördü... Ve “çarpık gecede” son nefesini verdi.
Bazen de akıl erdiremez, fotoğraflayamazsınız. Çünkü bilenler ve sorumlular işin içindedir ve öyle bir yere saplanıp kalmışlardır ki, oradan onları söküp atamazsınız. Bunlara bugün “aydın” deniyor, “entelektüel” deniyor, “elit” veya benzer adlar veriliyor. Mesela Türk milletinin Hıristiyan, Musevi, Budist, Marksist veya ateist olmasından zerre kadar endişe ve rahatsızlık duymayıp, sadece Müslüman olmasından rahat-sızlık duyanlara, doğru dürüst bir anlam veremezsiniz. Bunlara hak verenler de çıkar. İşiniz, bazen daha da güçleşmiştir, çünkü tuz da bozulmuştur. “Genelev sahibi emekli albay”dır, “din dersi öğretmeni 13 yaşındaki kıza tecavüz etmiş”tir. “Polis esrar satmakta, mesaisinden sonra kapkaççılık etmektedir.” “Psikoloji eğitimi almış tecavüzcü ve pornocu öğretmen” eğitim sistemimizin içinde rol almıştır. Vali yardımcısı tacizle suçlanmaktadır. Tuzun bozulması tuz kayalarının tepesine kadar, yani devlete kadar çıkabilir. Ermeni asıllı genelev patroniçesi olan bir kadına birkaç yıl üst üste, ödediği vergilerden dolayı hükümet tarafından altın madalya verilebilmiştir. Daha çok kızımızı fuhuş listesine alsın, böylece daha çok vergi ödesin diye. Tuz bozulduğu gibi ölçütler (kriter) de kaybolabilir. O zaman neyin iyi neyin kötü olduğunu da fark edemezsiniz. Mevlâna der ki: “Ayar olmadıkça kalp ile halis altını seçmeye kalkışma.” En kaliteli ayar bilimdir. Çünkü tarafsızdır.
Ülkemizde bilim değil ama sadece onun lafı ve tutkusu, o ayarı da bozmuştur. Bilimi istedikleri biçimde kullanmak isteyenler, akademik başköşeleri tutmuşlar, gerçekte hileyle meşguldürler. Hiçbir şey açığa çıkma-yacak zannındadırlar. Mevlâna’nın dediği gibi, “Hadi tutalım kendi hileni inkâr edersin, canını teraziyle aynadan nasıl kurtaracaksın.” “Kalp altının rengi halis altından on derece parlak olsa, ateşe karşı nasıl yüzü kara bir hale gelir.” Ölçütler sağlam olmalı, doğru olmalı, tarafsız olmalı. Tuzun kendisi bozulmamalı, ölçüt ortadan kalkmamalı. “Ayna bir şeye tamah etseydi, bizim gibi münâfık olur, her şeyi olduğu gibi göstermezdi. Terazinin mala tamahı olsaydı, tarttığını nasıl doğru tartardı.” demekte Mevlana…
Bizim kötü bir huyumuz da değiştirip, değiştirip atmayı sevmemizdir. Medeniyetimizi değiştiriveririz. Onunla kalmaz kültürümüzü bile değiştirebiliriz. Oysa yol bozulduğu zaman hemen terk edilmez, değiştirilmez, o yol tamir edilir, ayıklanıp temizlenir, genişletilir. Bozulmaya başlayan medeniyet de terk edilmez, ıslah ve yenileştirme yoluna gidilir. Bizler bunu öğrenmesine öğreneceğiz ama dileriz ki çok geç olmaz.
Çağdaşlık mı, istikrar mı, bunalım mı?
‘Çağdaşlığın kriteri var mıdır? Çağdaşlık ferdî bir dinginlik ve toplumsal bir istikrar aracı mıdır? Çağdaşlıktan ne kastedilmektedir? Çağdaş olmak insana hakikatin yolunu açar ve insanı mutlu eder mi?’ sorularının cevabı ise Yümni Sezen tarafından şöyle verilmektedir: “Gelelim değişme, çağ, çağdaşlık ile Hakikat arasındaki ilişkiye. Hakikat ve Doğru her an değişen şeyler değildir. Hiç değişmezler. Bütün değişmeleri doğru ve hakikat olan kuşatır. Her ânda ve her yerde mevcuttur. Bu bakımdan her yeni iyi, her eski kötü olamaz. Esas değişmenin kanunları, dayandıkları Mutlak tarafından ortaya konmaktadır. Bunlar aynı zamanda aklî gerçeklerdir. 2 kere 2; 4 eder, bir gerçektir ve çağa göre değişmez. Siz bunu kollu hesap makinesiyle hesaplarsınız, zihnen hesaplarsınız, elektronik cihaz veya bilgisayarla gösterirsiniz ki; işte değişen ve çağdaşlık dediğimiz, bu çerçevede anlaşılmalıdır. Yemek, içmek temelli bir ihtiyaçtır, fakat bununla ilgili oluşan kültür, zaman ve mekâna göre değişebilir ki, çağdaşlık bu noktada anlaşılabilir. Yemeği yerde ve elle yersiniz, masada ve çatalla kaşıkla yersiniz, yemek pişirme usulleriniz, katkı maddeleriniz yemek çeşitleriniz değişebilir. İlk insanlar sivri taşlarla adam öldürürlerdi, şimdi kimyasal silahla öldürüyorlar. Öldürme veya yardımlaşma fiili devam ediyor. O halde çağı aşan hakikatler vardır ve bunlar her çağ için geçerlidir. Belki bazı şeylerin ve hakikatlerin farkına varılması, zamana bağlı olabilir. Fakat o, önceden mevcut olmayan bir şeyin icadı değildir. Farkına varılmasıdır, keşfedilmesidir. Tabiat kanunları da böyledir. Çekim kanunu Newton’un icadı değildir. Suyun kaldırma kanunu da Arşimed’in icad ettiği değil, keşfettiğidir. Kanunun farkına varılması, insanoğlunun bu konuda şuurlanmış olması meselesidir.
Öyleyse değişmeyen-değişen, mutlak- izafi, zamanüstü-zamandaş, çağlarüstü-çağdaş ilişkisi ve dengesi çok iyi algılanmalıdır. Gelenek ve devrim ilişkisi de böyledir. Hatalarımız işte bu noktada beliriyor. Herşey değişiyor zannediyoruz. Bulunulan çağ, ‘mutlak doğrular çağı’ gibi telakki edilebiliyor. Yanlış olan budur. Çağdaşlık belli, tartışmasız bir örnek ve model olamaz ve böyle bir model bulmak mümkün değildir. Demek ki çağdaşlaşmayı metot ve muhteva ilişkisi içinde anlamalıyız. Metotta yenileşme, çok dar düşünceleri hariç tutarsak, sorunsuz bir alandır. Teknoloji, onun esiri olmadıkça, hayatı, düşünceyi, kültür yükseliş ve yayılışını kolaylaştırıcı olduğu için, bir metot ve vasıtalar bütünü olarak kabul edilmelidir ki, çağdaşlaşmada bir sorun yaratmaz. Siyaset ve yönetime de bu açıdan bakılabilir. İnsanın rahatı için vasıtaların rnükemmelleşmesi metot alanına aittir. Bunlarda çağdaşlık, aynı zamanda zaruridir. Mesela bu asırda babadan oğula geçen bir saltanat ve idare tarzı yakışıksız ve mahzurludur. Kabul ettirilmesi mümkün de değildir. Bazı toplumlarda olduğu gibi belki sembolik ve tarihi bir hatıra olarak muhafaza edilebilir, ama gerçek iktidar bunlarda değildir. İktidarları artık halklar inşa eder ve halk, ilkeleri değil ama kadroları değiştirebilir. Çağımız bu usulü kullanmaktadır.” diyen yazar, müesseselerin değişebileceği ama muhteva da çağdaşlık olmayacağı kanaatindedir. Ona göre; bir taraftan zaruri ve hayati olan yenilenme hareketi, sapmalar ve hatalar yüzünden gittikçe sorunları çoğaltmış, olumlu ile olumsuzun birlikte cereyan ettiği ve çelişkilerin bol olduğu bir sürece Türkiye’yi mahkûm etmiştir.
Çağımızın anlayışı put yaratmaya çok müsaittir. Çağın kendisini putlaştırmak en tehlikelisi olmuştur. Diyalektik maddecilik, “değişmeyen tek şey, değişmenin kendisidir” diyerek değişmeyi putlaştırdı. Çağdaşlık, değişmeye açık bir anlayıştır, hatta onun temel unsurlarındandır ama, mutlak medeniyet anlayışı ile yeni bir put yontuldu. Çağ hep değişecek ama çağdaşlık put olarak kalacak!.. Böylece putların da anlaşamadığını görüyoruz. Madem herşey değişiyor, değişecek, o halde bu çağdakiler de değişecektir. Öyleyse çağlar üstü bir doğruyu ve gerçeği temsil etmemektedirler.
Modernciliğin ve çağdaşlığın akılcılıkla ilişkisi bilinen bir iddiadır. Çağdaşlık bugün acaba aklın artışı mıdır, yoksa nefsin artışı mıdır? İşte bunun muhasebesini yapmaya ve sergilemeye çalışıyoruz. Mevlâna der ki: “Akıl başka bir akılla birleşti mi nur artar, yol meydana çıkar. Kötü söze, kötü işe mani olur. Fakat nefis, bir başka nefisle sevinir giderse karanlık çoğalır, yol gizlenir. Nefis başka bir nefisle dost olursa, cüz’i akıl bir işe yaramaz.” Bugün akılların iştirakinden ziyade nefislerin iştirakine çağdaşlık denir gibidir. Akılcılığı artırmak, nefisle daha kolay uyuşabilen şekilciliği ilerletmekle de problemler yaşamaktadır.
Çağımız gerçekten akılcılık çağı mıdır, bunu iyi anlamak lazımdır, yoksa benlik, “benci”lik, hazcılık, şekilcilik ve sahte bir hürriyet çağında mı yaşıyoruz? Yani nefis çağı mıdır? Akıl ve akılcılık da sadece maddeye yönelmiş, nefse hizmet eden bir akıl ve akılcılık mıdır? Aklın gerçek marifeti örtbas mı edilmektedir?
Akıl, akılcılık adına hapsedilmiştir. Akılcılıkla beraber, ferdiyetçilik, hümanizm, din dışılık, moderncilik, aynı şeyin değişik adlarıdır. Reno Genon’un dediği gibi, bunlarda iki şey eksiktir: İlke ve metafizik. Aşırı gitmek, hile yapmak, sömürme, kandırma bunlara aykırı düşer.
Ne yazık ki akıl, çağın, gerçekte çirkinliklerin yaldızı olmuştur. Eskinin ahlaksızlık ve çirkinliklerinden, cehaletinden bıkmışken, “yeni”, onları düzeltmek yerine cilalanmış ve süslenmiş yenilerini ekledi. Eskilerin yanlışları, karşıtlarını doğurdu ama bu karşıtlar doğru anlamında değil, yeni yanlışlar oldu. Bir uçta burka (yüz, el dahil her yeri kapalı kadın giysisi), diğer uçta yatak odasında bile utanılacak kıyafetler. “Hayâ” kavramının sözlüklerden ve ruhlardan silinmesi ve yerine “değişim”in, “modern”in istismar edilerek geçmesi, utanmayı utandıracak biçim ve davranışları doğurdu. Bir yanda gelenek zannıyla saplantılar, bir yanda sorumsuz, başıboş, yusyuvarlak sürüklenişler. İnsanlar ya bunu ya diğerini seçmeli gibi adeta dayatmayla karşı karşıya kaldılar.
Hazcılık (hedonizm) kendine dönük ve kendi içine kapalı bir harekettir, Gerçekte hürriyet dediğimiz de böyle bir harekettir. Bir yüksek hayata ucu açık ve oraya dönük hürriyet, ancak bir anlam ifade eder. Başka türlüsü hep ‘Ben’e kapanmıştır. Uçları açık değildir. Ne gerçekten düşünceyi ifade hürriyetini gösterebilir, ne açlara, açıklara, çöplükten yiyecek toplayanlara, açlıktan ölenlere, zulme uğrayanlara çare olma işaretini verebilir, ne problemleri çözmeye yetebilir, ne de bunların hepsini sinesinde barındıran yüksek bir hayata açılma kabiliyetini taşıyabilir. Kendi içine kapalıdır, hazcıdır, bencidir ve taklittir. Yüksek hayata dönmedikçe kendi içine kapanmaya, yavaş yavaş kendine de yabancılaşmaya mahkûmdur. Hazların ve arzuların sonu yok gibi görünürse de bir yerde tükenirler. Yahut artık mümkün olmayan daha daha başkasını isterler. Başlayan problemlerin en hafifi intihardır. Toplumsal olarak ise kültür ve medeniyetlerin çöküşüdür. Refah, hele sömürü üzerine kurulmuşsa, işler daha sarpa sarar. Sömürü üzerine kurulu refah, bilimsel araştırmaları bile kendine uydurur ve oyalanma içine düşebilir.
Genç kızların ve erkeklerin ruhi bunalımlarından istifade etmeye çalışan kişiler çıkmış ve toplumsal çürüyüşü hızlandırmışlardır. Bunalım arttıkça istismar artmakta, istismar arttıkça da bunalım artmaktadır.
Taklitçi toplumlarda işler daha kötüdür. Çağdaşlık iyice çelişkilere, toplumsal şahsiyet bozukluklarına, yabancılaşmanın son sahnelerine ulaşmıştır. Artık bu yeni toplumda, bebeğin kopan başını hastane çöplüğünde bulursunuz. ‘Ölü doğdu’ diye bebeği çöpe atarlar. Onlar kendi kültür ve medeniyetine göre insan yetiştirmekten uzaklaşmışlardır. Taklit ettikleri kültür ve medeniyetin özüne de nüfuz edemediklerinden, daha fazla bozulmaya müsait hale gelmişlerdir.”
Atık Sular Alttan Akmalı
Her şehrin bir lağım teşkilatı vardır. Atık su ve pislikler şehrin altından bir yerlere akar. Böyle bir teşkilata sahip olmayan şehir yoktur. Atık sular açıktan akmaya başlarsa rahatsızlık verir. Yahut alışırsınız. Ama hep kötü kokar. Tehlike de yaratır. Üstten akan bu sisteme bir estetik katarsınız!.. Etrafını çiçeklersiniz. Sürekli parfüm sıkarsınız. Onu kendi bünyenize almış olursunuz. Sosyal lağım teşkilatı da böyledir. Ya alttan ya üstten akacaktır. Çeşitli ahlaksızlıkların, sapıklıkların, çirkinliklerin olmadığı toplum bulunmaz. Zamana; şartlara, sahip olunan manevi sistemlere, kanunlara, özellikle eğitime bağlı olarak sadece azalıp çoğalacaktır. İktisadi hayatta olduğu gibi dini ve ahlaki hayatta da dünya cenneti mevcut değildir. Ülkülerimiz vardır ve olmalıdır, gayretimiz olmalıdır, o kadar.
Bugün toplumlar çağdaşlaşma adı altında, sapmaları, çirkinlikleri, ahlak dışılıkları meşrulaştırmaya başlamışlardır. San’atı, bilimi, teknolojiyi bunun için seferber etmektedirler. Görecelik de bunun hizmetine koşulmuş felsefedir. Zamana göre, dinlere göre, törelere göre, coğrafyaya göre, anlayışa göre, sana göre, bana göre, her şey değişir!.. Aslında rölativizm, dogmatizm ve septisizmi uçlardan ortaya çeken “mutlak olarak bilgim doğrudur ve bilebilirim, bildiğim mutlaktır” ile “herşey şüphelidir”i, “neyi ne derece bilebilirim” şeklinde düzeltip, bilime de kapı açan bir felsefeydi. Sulandırıldı, saptırıldı, felsefi kaymalar oldu, yeni bir şüpheciliğe, bilinemezciliğe, hakikatin olmayışına giden bir yola sokuldu. Böyle olunca alttan akması gerekenin açıktan akması hoş görüldü, arada fark kalmadı. Kriterler izafiyete mahkûm oldu veya yeni yeni kriterler süslenip püslendi, topluma kabul ettirildi. İşin gerçeği ise lağım üstten akıyordu. Bunu hiçbir süsleme, hiçbir parfüm gideremedi. Sokakları aştı, evlerin içinde akmaya başladı. Bu kaba ve çirkin tabiri ilk defa biz kullanmıyoruz. Sayfalarını bütün dünyaya açan basın-yayın kullanıyor. Uydurmacılık ve hazcılık, “benci”lik, başka deyişle estetik çerçeve, sapmaları güzel bile gösterdi. Sapmalar ve sapkınlıklar artık çok rahat ifade edilmekte, müsamaha görmekte, dahası çağdaşlık alametleri olarak kabul edilmektedir.
Misyonerlik
Kilise kendine taze kan aramaya başlamıştır. Güney Kore, Türkiye, Orta Asya Türk Dünyası. Özellikle Türkleri, içine düşülen bunalımlardan ve yabancılaşmanın hızla artmasından dolayı bakir alanlar olarak görmektedirler. Misyonerliğin cephede ferdi planda dini bir faaliyet olduğu ne kadar gerçekse, toplum için yeni bir proje olduğu da o derece gerçektir. Misyonerlik, başarılı sonuç alırsa, milli ve manevi kültürle ilişkili bir alan haline dönecektir. Size yeni bir tarih yorumu, yeni bir gelecek projesi sunulmakta demektir. Tarihinizle hesaplaşmaya girmiş olacaksınız. Türk-İslam bütünleşmesi, Anadolu kültür ve medeniyet süreci, yeni bir oluşuma dönüştürülmek istenmiştir. ‘Anadolu bir Hıristiyan yurdudur’ tezleri, tarihi yeniden başlatmak projesidir. Gelecek projesi de Macar, Fin, Bulgar gibi bir projedir. Din değişince, kültür değişir, tarih boşluğa yuvarlanır, gelecek yeni ve şimdikine yabancı bir hayat projesine gebe olur. Şu anda hem Hıristiyan hem Türk kalmış topluluklar varsa, bunlar İslamiyet’ten önce Hıristiyan olmuş, yeni hayata böyle bir din ile başlamış, büyük bir kültür ve medeniyet içinden geçip yeniden bir dönüşüme uğramamış, büyük medeniyetler kurmamış, bu alanda söz sahibi olmayan topluluklardır. Müslüman Türkler, bu kimlikleriyle, bu şuurlarıyla, bir tarih, kültür, medeniyet oluşturdular. Sayısız eserler verdiler. Dünyaya örnek oldular. Ülkü sahibi oldular.
Misyonerlikle şimdi bu milletlere yeni bir hayat tarzı, yeni kültür sentezleri, yeni tarih ve gelecek yorumu, yeni sorgulama listeleri teklif ediliyor. Bunların farkında olmayanlar ise, maalesef çoğunlukla aydın kesimdir. Bunlar tarihi sorgulamak, yeniden yaşatmak isteyen bir hareketle karşı karşıya olduğunun farkında değillerdir. Tarihe saygı ve turizm bahanesiyle, cemaati olmadığı halde, Anadolu’da kilise tamirlerine başlamak istenmesinin, toprak altındaki harabeleri tamir etmeyi planlamalarının hangi anlama geldiğinin farkında değillerdir. Bir bakan çıkıp “geri kafalılar Hıristiyanlaşırız diye kilise onarımını istemiyor” diyebiliyor. Değil Hıristiyanlığın, satanizmin cirit attığı bir toplumda, bir bakan, yaratılmış boşlukların, yapılabilecek istismar alanlarının, bir kısım bataklığın anlaşılan farkında bile değildir. Bu işler başka, o işler başka zannediliyor. Kaba tabirle, taşların bağlanıp köpeklerin salıverilmiş olduğundan da habersiz gibidirler. “Benim insanım inanç bakımından zayıf değil, sağlamdır.” demekle işin bittiğini zannetmektedirler. Kendine güven iyi bir şeydir, ama Türkiye’de çok kötü şeyler cereyan etmektedir. Hele bakanlık yapan bir aydın, bunları takip edebilmelidir.
Avrupa Birliği de artık çok yönlü değerlendirilmelidir. Para birliğiyle başlayan, tek meclisi kurulmuş bulunan, belki tek dil ile devam edecek olan AB, bir tek devlet projesi gibi görünüyor. Misyonerlik faaliyetlerini bir de bu açıdan çok ciddi olarak değerlendirmek zorundayız.
Bizler Müslüman Türk olarak, İslam’ın hak din olduğuna, diğer bütün dinlerden üstün olduğuna, tevhid sürecinin son zirvesi olduğuna inanıyoruz. Hıristiyanlık veya diğer dinler karşısında hiçbir zaafı bulunmadığını biliyoruz. Yeter ki eğitim, hukuk, bilimin gerekleri yönünden, ehliyetli ve yetişmiş insan bakımından eli kolu bağlanmasın…
Çağın insanı, hürriyeti ve hak kavramını bahane ederek, değerlerden, görevlerden, sorumluluklardan kaçmak istemektedir. Gelişmiş ve sömürücü ülkeler, “hak” kavramından ziyade “hürriyeti” kullanmaktadırlar. Biliyorlar ki hak kavramı milletlerarası kapitalizmle sorunlar yaratabilir. Hak kavramını hürriyetin içine sıkıştırıvermektedirler. Gelişmekte olan, özellikle eski büyük medeniyet sahibi toplumlar, hak kavramını öne çıkararak mücadele etmektedirler. Hak kavramı istismar edildiği, yerinde kullanılmadığı, samimi olunmadığı için birçok mesele çürümeye terkediliyor.
Komünizm, eşitlik ve emek uğruna; liberalizm-kapitalizm, hürriyet, haz ve mutluluk adına olup biten birçok şeyi ve psikolojik zemini kullandı. Öyle oldu ki kadın sadece bir işçi telakki edildi. Yahut sadece eğlence dünyasının, moda ve reklâm sektörünün bir ‘aleti’ haline geldi. Kadın farkına vardı veya varmadı, birçok şey işine geldi, kendisine dönük olan ve duygunun ağır bastığı ve baskı altına almış olduğu yönlerini, günün şartlarından ve yeni medeniyetin imkânlarından yararlanarak salıverdi. İşin ilginç tarafı kadının gerçekten haksızlığa uğramış meseleleri çözülmedi, yenileri eklendi.
Yeni insan tipi, yeni aydın tipi, bunların etkisinde kalan yönetici, dinden ve dindardan ne istiyor? Anlamaya çalışıyoruz ki şunu istiyor: Kuralsız, müeyyidesiz, müdahalesiz, ibadeti asgariye indirilmiş ve kolaya çekilmiş, yeni yorumlara açık, mümkünse hiç ameli olmayan, düşüncede kabul edilirse edilen bir din!.. İtiraf edelim, bu anlayışın küresel bir alt yapısı oluşmuş durumdadır. Telkin edilen değil, belki seçilen bir ilahiyat gündemdedir. Onu da fert kendine göre budayarak almaktadır. Yahut hiç yanaşmamaktadır veya reddetmektedir. Reddedilmezse yarış halinde, rekabete ve pazarlamacılığa dayalı bir din ve ilahiyat söz konusudur. Neden böyle? Tekrar edelim ki, insanı insan yapan değer dünyası şekil ve nitelik değiştiriyor. Bunun iyi birşey olmadığını sonuçlarından anlıyoruz. Yalnız din değil, ruhi hayatın şifrelerinden olan bütün alanlar şifrelerini yitirmişlerdir. Mesela san’at, bu alanda mesela musiki, ruhtan ziyade bedene hitab eder hale gelmiş, ruhi şifrelerini kaybetmiştir.” demektedir, Prof. Dr. Yümni Sezen.
Buraya kadar söylenenlerin önümüze koyduğu tablo, inanç zaafiyetinin ya da kimliksizliğin bir okulu olmadığı, fakat değerlerin aşındırılmasından kaynaklanan anlam kaymalarının toplumda oluşturduğu vakum ve boşluğun şer güçlerce nasıl doldurulduğunun ne denli aşikar oluşudur. Toplu çarpmayan yüreklerin, doğru işlemeyen bilgi ve mana çarklarının, doğru yönlendirilmemiş maddi imkânların başkalarının değirmenine su taşımaya devam edeceği gerçeği asla göz ardı edilmemelidir. Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman toplum, bu açık saldırı karşısında ancak imanının gereklerini büyük bir samimiyetle yerine getirerek, ciddi bir gönül birliği içinde sorumluluklarını kuşanarak, ben ve benlik arasındaki ilişkiyi, şahıs ve şahsiyet sahibi oluşa taşıyarak, her nerde olursa olsun “kul” olduğunu unutmayarak, yani “hakiki kulluk” yaparak aşabileceğimizi unutmamak gerekiyor.
Feyz Dergisi, Sayı 215; Mayıs 2009
Kaynak: http://www.feyzdergisi.com/yazi_yazici.php?yazi_no=1527