17 aralik sebi arus
Nereden Yazdırıldığı: YöntemBilim Forumu
Kategori: Genel
Forum Adı: Dünya
Forum Tanımlaması: Genel Paylaşımlarınız
URL: http://www.yontembilim.com/forum/forum_posts.asp?TID=2577
Tarih: 23-Aralık-2024 Saat 00:29 Program Versiyonu: Web Wiz Forums 8.03 - http://www.webwizforums.com
Konu: 17 aralik sebi arus
Mesajı Yazan: osmanziya
Konu: 17 aralik sebi arus
Mesaj Tarihi: 18-Aralık-2024 Saat 09:47
herkes nasibini arar.. bu günde kısmetimize bu düştü.. talih dediğin her zaman yaver gitmez bazen de revay gider.. önemli olan gelecekten geçmişe kader ile geçmişten geleceğe akan kaza arasında olan BU "gün"ü anlamaktır. Bu yazıda bundan bahsediyor. Şeb-i Arus.. düğün gecesi ise.. ArUS'da düğün ise ŞEB dahi GECE demektir.. şeb mum olarak da adlandırılıyor.
Aslında gece gündüzü çağırır.. gün ise dünü.. dünde yarını.. kısaca her şey.. nesne.. kimse.. özen.. çift çift gider.. bize düşen bu çiftliklerde teklikleri.. görmektir.. çokluklarda birlikleri.. örmektir... sonra YAZAR'ımızın dediği gibi görünende gizleneni.. düşünmek.. gözlenen de görünmeyeni.. anlamaktır. Belki bir gün de inanırsın.
Saygılarımla
Dinnur YAŞAR 18.12.2024 10:02
Söz OKUMAK.. melin emeli.. kelamın kıraatıdır. Bir tür kopyelemek.
Soz YAZMAK malin ameli.. kalemin kitabetidir. bir tür yapıştırmak.
Peki kopyeleme ve yapıştırma arasında ne yapıyorsun ?
Merak ediyorsan.. bu yazı tam sana göre..
Saygılarımla
OSMANZİYA 18.12.2024 10:02
Dügun gunu şebi arus hediyesi olarak 1977 yılına gonderdim bu paylaşimi.. çocuklugum Rahmetli Mehmet Dedem ve Fehime Ninemle Migde ve Konya Neyşhir arasinda geçti..M yi N ve N yi B yaparsaniz MENBA yi dogru bulursunuz.
Eger düguM gunu düguN gunu yaparsaniz bir donguye girersiniz DOGUM gunu ile.. devir ve teselsul ve dongu.. ISTENMEYEN yineleme ve yenileme ve sonsuzluktur.
Mimbilir bu yuzden devri batil yani NOŞ MÖNGÜ denilir. ki biz bunu zmn ve nmz ile mzn ve nzm ile âlemimizi doldurarak oluştururuz.. fakat bunu yapmıyor canlı âlemimizi ölü dunyaya çeviriyoruz
47 yıl sevgiliye ulasmak icin olum ve ölum ile dügüm ve doğum gunu arasinda her gunu DUGUN gunu dokuduk.. ve tohumlarimizi etrafa sactik
Nefsin nesfinde nazifin nufuzunu aradik..
toz ve töz ile köz ve koz arasinda
sözümuzu okuduk.. melimi emel.. ettik..
sozumuzu yazdik.. malımızi amel.. yaptik..
taa ki mübın kitabi okuyalım ve imami dokuyalim diye..
Dozu ve pozuyla.. ve sonunda bay bori ve bayan buri usu uza çeviremedi.. bir ÖGRENICI bende.. kendimi aradim ÖĞRETICI bulamadim...
ARAMAKLA BULUNMA FAKAT BULANLAR ARAYANLARDANDIR.. demek ki bulamyorsan aramaya devam edeceksin.. taharriyi sürdüreceksin.. herkes nasibini arar.. bu günde kısmetimize bu düştü.. talih dediğin her zaman yaver gitmez bazen de revay gider.. önemli olan gelecekten geçmişe kader ile geçmişten geleceğe akan kaza arasında olan BU "gün"ü anlamaktır. Bu yazıda bundan bahsediyor. Şeb-i Arus.. düğün gecesi ise.. ArUS'da düğün ise ŞEB dahi GECE demektir.. şeb mum olarak da adlandırılıyor.. gece erir gündüz biter.. it ürür.. kervan yürür.. sen yoluna koyul..
Aslında gece gündüzü çağırır.. gün ise dünü.. dünde yarını.. kısaca her şey.. nesne.. kimse.. özen.. çift çift gider.. bize düşen bu çiftliklerde teklikleri.. görmektir.. çokluklarda birlikleri.. örmektir... sonra YAZAR'ımızın dediği gibi görünende gizleneni.. düşünmek.. gözlenen de görünmeyeni.. anlamaktır. Belki bir gün de inanırsın.
SAYGILARIMLA
sağlicakla kalıniz
Mustafa BUĞUÇAM 18.12.2024
https://www.yontembilim.com/forum/forum_posts.asp?TID=2577
“Bak bana, apaçık ortadayım da gene gizliyim…”
Bir 17 Aralık günü Konya’da bulunan talihlilerdenseniz ve herhangi bir yerden toplu taşıma aracına binerseniz şoför size hemen “ücretsiz” olduğunu hatırlatacaktır. “Bayram değil, seyran değil?” tarzındaki sorulara cevap da hep aynıdır: “Bu da bizim bayramımız, Şeb-i Arus kutlu olsun!” Şehirde yine bir heyecan, hazırlık, telaş, ışıltı, parıltı, coşku, cümbüş! Nereye dönseniz afiş, reklam, kitap, program, pano… Hangisine baksanız: Mevlana!.. Mevlana!..
Evet, yine bir Şeb-i Arus arifesi, yine Mevlana’nın Düğün Gecesi’ne davetliyiz cümle âlem! “Gel ne olursan ol yine gel!” dedi. Ya da bunu bir başka şair söyledi, ne önemi var? Mevlana’yı az buçuk tanıyan kim varsa bilir ki –ruhu şad olsun– Ebu'l Hayr'a ait olsa da o, bu şiirin altına imza atardı. Dahası, benzeri sayısız çağrısı vardır. “Sevenlerimiz bizim kabrimizi ziyarete güle oynaya neşe içinde gelsinler, dost meclisine asık surat yakışmaz...” daveti de onundur. “Ümitsizlik kapısı değil bizim kapımız / Gelsin varlık namına ne varsa gelsin!” de...
Ve kendisini sevenleri eleştirip “Mevlana’nın muhibbanı ipsiz sapsız, aykırı, günaha batmış lanetlik insanlar,” yolundaki sözlere “Herkes rahmetlik olsa bizim bu dünya da işimiz ne? Biz o ‘lanetlikler’i, rahmetlik yapmaya geldik,” taziri ile azarlayıp kıyamete kadar susturan da Mevlana…
Bu yüzden kim ne derse desin, haklı olarak hiç kimsenin, davetli olduğundan şüphesi yok. Bu çağrı gönülden geldi ki yüzyıllar sonra insanlığın gönlüne değdi. Bir sesin bunca yankı bulması için karşındakinin de buna elverişli olması gerekir. İnsanların böyle bir kucak açışa, karşılıksız, menfaatsiz bir muhabbete ve önyargısız dinlenip anlaşılma ümidine öyle dayanılmaz bir ihtiyacı varmış ki “Gel! Ne olursan ol gene gel!” sedası tılsımlı bir fısıltı gibi dünyanın her noktasına ulaştı. Gelenler her geçen gün arttı, artıyor. Buna göre program tekrarları, salon ve koltuk sayıları kitap baskıları ve sair de… Evet, nereye baksanız hangi ekrana dönseniz: Mevlana! Ama biraz yaklaşırsanız ezberlerin, söylemlerin dışında size bir diyeceği mutlaka vardır. Her burçta dalgalanan bir bayrak gibi ufkumuzu kapladığı bu günlerde bana “Bak bana, apaçık ortadayım da gene gizliyim…” diye fısıldadı.
Olduğum gibi kim görebilir beni?
Ne rengim var benim, ne nişanım.
Benim de bildiğim sırlar var diyeceksin ama…
Hem o sırlarım ben, hem de o sırları saklayanım.
Can yakıcı bir dize: “Benim de bildiğim sırlar var diyeceksin ama…” O “ama” içimde uzayıp gidiyor. Avludan girmiş fakat iç kapının dışında kalmış hissi sarıyor. Eşiğe oturup başımı kapıya dayıyorum çaresiz. Bir ben değilim orada öylece kalan, sanki binlerce yürek var yüreğimin içinde, binlerce can taşıyorum aciz bedenimde. Onların yerine de mahcup, mahzun ama ümitvarım. Yine Mesnevi’den bir hikâye çıkıp geliyor:
Bir bey, namaza çok düşkün olan kölesi ile seher vakti yola çıktı. Yolda bir mescit vardı. Ezan da okunmaktaydı. Sungur dedi ki: “Ey kuluna iltifatlarda, ihsanlarda bulunan beyim, sen şu dükkânda birazcık otur da ben namazı kılıvereyim.” Bey, dükkânda oturdu. İmamla cemaat namazı kılıp camiden çıktılar.
Sungur kuşluk çağına kadar içerde kaldı. Bey, bir müddet bekledi. “Sungur, niye dışarı çıkmıyorsun?” diye seslendi. Sungur, içerden “Efendim, koyuvermiyorlar. Birazcık daha sabret, şimdi geliyorum. Beni beklemekte olduğunu biliyorum, unutmadım,” dedi.
Bey, tam yedi kere seslendi, bekledi, bekledi, seslendi. Nihayet Sungur’un bu cilvesinden usandı, aciz kaldı, sabrı tükendi. Sungur, beyin her seslenişinde “Efendim, dışarı çıkacağım ama daha koyuvermiyorlar,” diyordu.
Bey “Yahu, mescitte kimse kalmadı koyuvermeyen kim, seni orada kim tutuyor?” diye bağırdı. Sungur dedi ki: “Seni dışarıdan içeriye sokmayan yok mu? İşte beni de içerden dışarıya çıkarmayan o. Sana içeri girmeye izin vermeyen, benim de dışarı çıkmama mâni olmakta. Senin bu tarafa adım atmana müsaade etmeyen benim de dışarıya adım atmama mâni oluyor!”
Benim çıkmak, senin içeri girmek elimizde değil diyen köle, ilahi takdiri hatırlatmakla birlikte manevi engellere de işaret ediyor. Bizim sorumuza da içeriden çağrılmadan bir adım dahi atamazsınız, diyor olmalı. Dünyada bir tek kapı vardır yalnızca içeriden açılan o da gönül kapısı. Bizim bunca yaklaşıp da anlayamayışımız Mevlana’nın gönül kapıları kapalı olduğundan mı ya da çalmayı bilmediğimizden mi? Yaşanmış bir hikâyeden süzülen bir inci ile yol bulalım:
Son devir Konyalı Allah dostlarından Hacıveyiszade camiye giderken pazar yerinden geçer. Ağzına kadar dolu pekmez küpünün başında duran küçücük hüzünlü bir sima dikkatini çeker. Bu yakın köylerden birinden kendi ürünlerini satmaya gelen öksüz bir çocuktur. Sabah birlikte geldiği köylüler tüm çömlekleri bitirdiği halde çocukcağız bir tas pekmez bile satamamış, annesine istediklerini alamadan döneceği için üzgündür. Neden kimsenin kendisi ile alış veriş yapmadığını anlayamadığından düşünceli gözlerle etrafa bakıyor.
Oysa ne emeklerle toplanan üzümlerden annesinin kaynatıp özenle hazırladığı pekmezi uzun bir yoldan sonra Konya merkezindeki pazara getirmeyi başarmıştır. Şehir girişinde yol arkadaşları evden yarıya kadar pekmez doldurdukları küpleri çeşmelerden su doldurarak tamamlamış. Bineklerin üzerindeki heybeye geri yerleştirilen kaplar çalkalandıkça su anlaşılmayacak şekilde pekmeze karışmıştır. Annesinin öğüdünü tutup bu yola hiç başvurmayan yavrucak şimdi bir su katılmış malzemenin nasıl hızla alıcı bulduğuna hayret etmekte diğer yandan kendi malının kusurunu anlamaya çalışmaktadır.
Vakit öğleyi geçmiş ve köylüler gitmek için hazırlanmaya başlamış. Çocuk onlarla eve dönmek zorunda olduğu için telaşta. Bunu fark eden Veyiszade yaklaşıp onun başını okşar ve “Evladım bana bir bardak su verir misin?” der. Çocuk koşup bir bardak su getirir. Ama yaşlı adam sandığı gibi suyu içmez küpe döküp karıştırır. Küçük satıcı telaşla “Amca ne yaptınız?” diye sorar. Cevap manidardır “Korkma evladım, başka çare yoktu. Çünkü senin pekmezin katkısız ve bu pazarda senin pekmezini alacak kadar katkısız ve temiz para yok!”
Hikayeyi duyanlar önce mutlaka ceplerindeki paraya bir de bu nazarla bakmayı denemişlerdir. Gerçekten de özellikle günümüzde “azgın tüketim” koşullarının hakim olduğu mega dünya pazarında hangimiz kazancının olumsuz hiçbir şeye bulaşmadığını söyleyebilir?
Peki ya gönlümüz? Cüzdandan daha önemli olan vicdanımız? “Gönüller ancak gönül vererek alınır” düsturu gereğince dönüp bir de “sinelerde saklı olana” bakmamız gerekmiyor mu? Helal kazanç ve temiz gönül… Birbirinden ayrı değerlendirilebilir mi?
“Helal lokma yemeyen aşkın kokusunu duyamaz!” diyen Mevlana’ya ve aşka bir de bu gözle bakmanın zamanı gelmedi mi? Oğlu Sultan Veled’in “Biz imana, aşk diyoruz,” tanımından yola çıkarak haram lokma ve sahih iman ilişkisini özgürce tartışmanın tam vakti değil mi?
Eğer gerçekten Mevlana’ya gelmişsek onun “A, canım sen altın madenisin ama yere düşmüş (bu dünyaya gelmiş) ve ister istemez toza toprağa bulanmışsın,” uyarısı ile kendimizi tartmamız gerekmez mi?
Olduğumuz gibi geldik ama olduğumuz gibi kalacaksak gördüğümüz bildiğimiz, kendi kafamızda yarattığımız Mevlana olacaktır. Hz. Mevlana Muhammed Celaleddin Rumi ise gösterişli afişlerin, ışıkların, sunumların ardında gizlendikçe gizlenecek, sırlar içinde sır olacaktır.
Unutmayalım ki sevgi, hoşgörü ve alçak gönüllülük sembolü olarak sunulan Mevlana, gösteriş, abartı, yüksek ses, fazla iltifat, şaşaa, şekilcilik, içi boşaltılmış din kalıpları, taassup, yobazlık, yolsuzluk, hırsızlık, haksızlık ve buna benzer toplumu ifsat edici eylemler karşısında asla hoşgörü göstermemiş. Karşısındaki kim ya da hangi makam olursa olsun hakkın, haklının yanında yılmaz yenilmez bir savaşçı gibi sonuna kadar mücadele etmiştir. Hoşgörü, yalanı yanlışı haksızı savunmak asla değildir. “Kötülerin övülmesi arşı titretir!” sözü ile Mevlana bu konudaki tavrını açıkça ortaya koymuştur.
Ona göre bu dünya bir dengeler âlemidir. İyilik de kötülük de devam edecektir. Ama huzur bulmak isteyen ruhların iyiliğe doğru hep bir arayış içinde olması gerekir.
Ve ölümü ilk kez düğün haline getiren Mevlana gibi gözükse de sır perdelerinden birini araladığımızda karşımıza yolunun tozu olmakla övündüğü Peygamber (s.a.s) çıkar. Bir başka şiirinde “Ben de ne güzellik gördüyseniz ondandır,” diye buna işaret edilmiştir. Hz. Muhammed Mustafa’ya son anında sunulan iki seçenek “Sonsuz bir dünya hayatı ve zevalsiz hükümranlık mı?” ya da “Allah’a geri dönüş mü?” değil miydi? O da “Refik-i Ala’ya, O yüce dosta…” diye tercihini yapmıştı. İşte Mevlana’nın ölüm gecesini, düğün gecesine çeviren müjde bu seçimde saklıdır. Bir şairin ölümsüz dizelerinde ses bulduğu gibi :“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber.../ Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?...”
Hz. Mevlana’nın sevenlerine vasiyeti:
“Ben Size, gizli ve aleni, Allah'tan korkmanızı,
az yemenizi,
az uyumanızı,
az söylemenizi,
günahlardan çekinmenizi,
oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi,
şehvetten kaçınmanızı,
halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı
avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı,
kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim.
İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır.
Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır.
Hamd, yalnız tek olan Allah'a mahsustur.
Tevhid ehline selâm olsun.”
Fatma Şeref Polat / KONYA YENİGÜN
Şehrin Hafızası eki ŞEBİARUS ÖZEL SAYISI 2014
Bu yıl daha suskun , daha gizli daha hüzünlü her şey... Yine de şehrin bayramı kutlu olsun. Ölümün son olmadığını hatırlatan eşsiz bir gün.
Yazıyı buraya kadar okuyanlara hassaten teşekkür ederim 😊
|
Cevaplar:
Mesajı Yazan: osmanziya
Mesaj Tarihi: 18-Aralık-2024 Saat 14:11
Zihin Haritası yapmaktan maksad kendi büyük resmini ortaya koyabilmektir.
Kendini
Büyük
Resmini
ortaya
koymak ne demek ?
Bunun daha çok bilmekle ilgisi bulunur mı ?
Bunun daha çok ayrıntı bilmekle ilgisi olur mu ?
KUŞKUSUZ
Birbirine göre
Günlük dil
Bilimsel bilgi
Felsefi bilgi
Dini Dil
Daha somut.. daha soyut.. daha aşkın ve daha içkindir.
Her birinin diğerine göre ayrı bir yeri, önemi ve değeri bulunur.
Bu dört bilgi katmanı birbiri yerine ikame edilemez.
Öyle ise biz düşende bunlara göre kendi BÜYÜK RESMİMİZİ ortaya koyarak ortaya çıkar HARİTA üzerinde ilerlemektir.. aksi halde ZİHİN haritaları yapmanın fazli bir yarar olamaz.. diye düşünüyorum.
Sayılarımla
Mustafa BUĞUÇAM
Üçkuyular 18.12.2024
|
|