Mustafa KÜÇÜK kardeşimiz yazdı:
SEKÜLER/LAİK DÜNYA
GÖRÜŞÜ VE İSLÂM
Laiklik, dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması, sosyal ve siyasal sistemin herhangi bir dine bağlı olmadan aklın ve bilimin öncülüğünde şekillenmesi, hiç kimsenin inanç ve vicdan özgürlüğüne müdahale edilmemesi demektir. Başka bir ifadeyle, laiklik devletin siyasal oluşumunda her hangi bir dinin referans olarak kabul edilmemesi, yasama ve yürütme faaliyetlerinin hiçbir şekilde her hangi bir dine dayalı olarak yapılmaması, dinsel/ruhani alanla dinin, dünyevi alanla da aklın ve bilimin ilgilenmesi şeklinde de tanımlanabilir.
Bu boyutuyla seküler ve/veya laik dünya görüşü dini, Tanrı ile kul arasında bir ilişki biçimi, tercihe dayalı bireysel bir anlayış, sosyal ve siyasal yaşama dair söz söyleme hakkı olmayan bir inanış biçimi olarak algılar. O kadar ki 'Tanrının hakkı Tanrıya, Sezar'ın hakkı da Sezar'a!' diyerek bir bakıma devletle Tanrıyı eşitleme çabası içine girer.
Dahası seküler ve laik düşünce dünyevi ve ruhani olmak üzere iki alan oluşturup Tanrıyı ruhani alana ve mabede hapseder ve bunun ardından da dünyevi alanda aklı öne çıkarıp onu putlaştırır, insana sınırsız yetki tanıyarak onu Tanrılaştırır. Nihayet insan, bir bakıma Tanrıdan rol çalarak helal haram sınırları tayin etmeye, yasa yapıp kanun koymaya yeltenir ve sonunda devlet aygıtını Tanrının ve dinin yerine ikame ederek devleti insanlar üzerinde doğru yanlış itaat edilmesi gereken nihai otorite olarak sunar ve hemcinslerini doğru yanlış demeden böyle bir devlet otoritesine boyun eğmeye zorlar, onlara istendik davranışlar kazandırmaya, eğitim yoluyla insanlara yurttaşlık bilinci aşılayarak insanları devlete itaat eden bireyler olarak yetiştirmeye çalışır. İstendik davranışlar da Allah'ın kullarından istediği davranışlar değil seküler devlet aygıtının insanlardan yapmasını istediği tutum ve davranışlardır.
Ayrıca seküler veya laik siyasal sistem, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasının gerekliliği ilkesinden yola çıkarak dini ruhani alana, mabede hapseder ve onu mümkün mertebe toplumsal yaşamın dışında tutar ve dolayısıyla dinin toplumu, siyasal ve sosyal hayatı çekip çevirmesine asla müsaade etmez. Ne var ki böyle nakıs bir anlayış Hristiyanlık, Yahudilik ve Budizm gibi İslam'ın dışında kalan diğer ölü dünya dinleri açısından herhangi bir sorun teşkil etmese bile bu tutum İslam'da şirktir. Açıktır ki İslam'ın dışında kalan beşeri dinlerin siyasal ve sosyal yaşama dair söyleyecek herhangi bir sözü yoktur. Oysa İslam insan hayatının her alanını kuşatan ilkeler ortaya koyar.
İslam'ın siyasal düzleminde nihai otorite Allah olup hüküm koyma, haram helal yetkisi yalnızca O'na aittir. Kendine ait olmayan bir mülkte otorite olmaya kalkışmak, kurallar ihdas etmek Allah'a isyan etmek ve O'nu tanımamak demektir ki bu kalkışma büyük bir günahtır. Bir başka ifadeyle mülk tümüyle Allah'a ait olduğu halde herhangi bir insanın ortaya çıkıp haddini aşarak kendisine ait olmayan bu yeryüzünde mülkün sahibi olan Allah'a rağmen helal haram sınırları tayin etmeye kalkışması bir bakıma Allah'a baş kaldırması, O'na isyan etmesi, O'nun mülkünde O'na kafa tutup büyüklük taslaması demektir ki bu tutum küfürdür. Şurası da çok iyi bilinmelidir ki her kim Allah'ı bırakır ve haddi aşan böyle isyankar bir kimseye kayıtsız şartsız itaat ederse bu kişi böylesi azgın bir kimseyi ilah yerine koymuş olur ki bu tutum Allah'a ortak yani şirk koşmak demektir.
Kısacası laik yani seküler anlayışta insan bir bakıma Tanrıyı devre dışı bırakarak aslında misafir olduğu yeryüzünde kendisine belli bir egemenlik alanı açar, aklını ilahlaştırarak Allah'ın mülkünde doğru yanlış demeden yasa yapar, helal haram sınırları tayin eder, hem-cinsleri üzerinde otorite olmaya çalışır ki kuşkusuz bu tür bir kalkışma Allah'a ortak koşmak anlamına gelmektedir.
Laik anlayışı benimseyen kimsenin durumu bir anlamda herhangi bir ev sahibinin evine iyi niyetlerle kabul ettiği bir misafirin bir süre sonra ev sahibini bir şekilde devre dışı bırakarak evde otorite kurması, eve hükmetmesi ve orada yeni kurallar ihdas etmeye çalışmasına benzer ki bu asla ev sahibi tarafından kabul edilebilir bir durum değildir.
Ayrıca seküler anlayışta dinin yerine yurttaşlık, vatan, ulus ve devlet bilinci ikame edilir ve devlet güven duyulması, doğru yanlış, hak batıl demeden her emrine kayıtsız şartsız itaat edilip korunması gereken nihai otorite olarak kabul edilir ve nihayet devlet aygıtı bireylerin zihinlerinde öyle tartışılmaz kutsal bir yapıya bürünür ki devletin her söylediği toplumda adeta Tanrı buyruğu şeklinde algılanmaya başlanır. Böyle bir anlayışta sanki devlet ebedi var olacakmış gibi devlete duyulan güven Allah'a güvenden çoğu zaman daha da öndedir.
Ne var ki böyle bir sistemde bireyler Allah'ı bırakıp hiyerarşik bir yapılanma içinde birbirlerini rab ve ilah edinmişlerdir. Burada tüm eğitim ve öğretim kurumlarının temel amacı ve işlevi adeta aşkın bir ilah gibi algılanan devlete itaatkar bireyler ve yurttaşlar yetiştirmektir.
Unutulmamalıdır ki devlet, halkın kendisine hizmet için oluşturduğu kurum kuruluşlardan müteşekkil dev bir örgütlenme, tüzel bir kişiliktir. Tüzel bir kişilik olarak devlet yapılanmasını şekillendiren düşünce kitaba dayanıyorsa burada nihai otorite devlet değil Allah'tır. İslam'ın siyasal düzleminde oluşmuş devlet anlayışında devlet ilah değil araçtır ve orada başlar başa, başlar padişaha bağlı değil tüm başlar Allah'a bağlıdır. O yapıda Allah amir, tüm insanlar ise memurdur. Orada hiç kimse konumunu aşarak ve kendinde bir farklılık görerek bir başkası üzerinde otorite olamaz, kendi katından bir güçle başkalarını kendine itaat etmeye zorlayamaz. O düzlemde insanlar sadece Allah'a bel bağlar, yalnızca O'ndan sakınıp korkar, O'na tevekkül eder, O'na ümit besler, O'nun rızasını gözetir ve O'nu herşeyden daha çok sever ve orada herkes Allah'ın kuludur ve bu boyutuyla hiç kimsenin bir başka kimse üzerinde takva dışında bir üstünlüğü yoktur. Aslında bir kimsenin devletten veya Allah'ın dışında herhangi bir varlıktan Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkması veya Allah'ın dışında bir varlığı Allah'ı sever gibi hatta fazla sevmesi büyük günah ve küfürdür.
Kuşkusuz devlet önemlidir, lakin devletin önemi devlet örgütüne şeklini veren düşünceden ileri gelir. Devlet aygıtına Allah'ın kitabı şeklini veriyor yani devlet örgütlenmesi kitabın gölgesinde oluşuyor ve devleti teşkil eden kurum ve kuruluşlar ilahi ilkeler paralelinde şekilleniyorsa bu durumda kurum ve kuruluşlardan müteşekkil hak adına halk için oluşturulmuş devlet aygıtı büyük öneme haiz olup her koşulda korunması gerekir. Şurası da açıktır ki devlet her zaman ilahi ilkeler paralelinde şekillenmez. O kadar ki çoğu zaman devlet aygıtı batıl ve hurafe düşünce ve ideoloji paralelinde de şekillenebilir. Bu durumda Allah'a ve kıyamet gününe iman edip inanan bir müminin devlete şeklini veren bu batıl ideoloji veya düşünceye eleştiri getirmesi olması gerekendir. Oysa günümüzde her ne zaman bir kimse kalkıp haklı olarak devlet aygıtının üzerine oturduğu batıl düşünceleri eleştiriye tabi tutmuş olsa hemen birileri ileri atılıp bu kişiyi devleti yıkmakla suçlayıp yaftalar. Ne var ki devlet ayrı, devlete şeklini veren düşünce ise apayrı şeylerdir. Devlete şeklini veren batıl ideolojiyi, yanlış siyasal sistemi eleştirmek devleti eleştirmek veya yıkmak demek değildir. Devlet otobüs ise devletin işleyiş biçimine ruhunu ve şeklini veren düşünce, ideoloji veya siyasal anlayış ise şofördür. Şoför sarhoş ise bu şoförü otobüsün ve yolcuların esenliği ve maslahatı gereği eleştirme ve değiştirme istemi neden devleti yıkmak olarak lanse edilir?
Unutulmamalıdır ki İslam müntesiplerine kayıtsız şartsız itaat edilmesi gereken nihai otoritenin şanı yüce olan Allah olduğu, tüm yapay korkuların yok edildiği bir siyasal düzlem sunar... İslam'ın politik düzleminde kitapta ve sahih sünnete hakkında kesin hüküm olmayan konularda ilim ehli kimseler bireysel ve toplumsal maslahatı gözeterek dinin temel parametreleri çerçevesinde ictihat veya kıyas yoluyla hüküm koyabilir. Ayrıca amirin yalnızca Allah, tüm insanların da memur olduğu bir toplum yapısında haklar zorla alınmaz, aksine her hak sahibine hakkı iade edilmek zorundadır.
Açıktır ki her fani gibi kendisine güç atfedilen devlet de bir gün yıkılıp yok olacaktır. Evrende yıkılmayan, yenilmeyen tek varlık mutlak galip olan mülkün sahibi Allah'tır. Onun dışında kalan tüm güç odakları yıkılıp yok olmaya mahkumdur. Bir Kur'an ayetinde 'Evrende ne varsa yok olacaktır, lakin sadece celal ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacaktır' buyrularak bu nokta dikkatlere sunulmaktadır.
(07 Haziran 2022)
NOT:
İSLAM'IN KENDİ DÜZENİ İÇİNDE FARKLI İNANÇ GRUPLARINA YAKLAŞIMI
SORU:
Bir okur bana 'İslam'ın kendine has siyasal, sosyal, ekonomik ve ahlaki bir sistemi vardır. Sizce bu ilahi sistem acaba içinde her tenden, her tondan, her farklı düşünce, farklı inanç ve dinden insanların bulunduğu bir toplumda nasıl tarafsız bir biçimde uygulanabilir, farklı inanç gruplarını nasıl bu haliyle memnun edebilir? Binaenaleyh bence laik/seküler sistem bir anlamda bu sorunsalı çözümlemek için insan-tabanlı en iyi politik bir sistemdir. Bu konuda görüşünüz nedir?' şeklinde bir soru sormuş....
CEVAP:
Açıktır ki İslam'ın kendine özgü sosyal, siyasal, ekonomik ve ahlaki bir sisteminin oluşu ve bunun toplumda pratiğini bulabilmesi bir mümin için akide, inanç ve iman konusu olup böyle bir siyasal oluşum ancak müminlerin çoğunlukta olduğu bir toplumda işlevsel hale gelebilir, ancak mümin bir toplumda bu ilahi sistem pratiğini bulabilir ve bu şekilde orada egemenlik kurabilir, hayatı ancak bu ilahi parametreler üzerinden şekillendirebilir. Yoksa bu anlayışı müslüman tebanın azınlık, ehli küfrün ise çoğunluk olduğu bir yerde veya toplumda uygulamak bu kafir çoğunluk her ne kadar özgürlük ve demokrasi vurgusu yapıyor olsa da imkansız olacak ve azınlık olan bu mümin teba bir şekilde sıkıntıya, öfkeye ve işkenceye maruz kalacaktır ki günümüzde çoğu sözde müslüman olan ülkelerde cari durum şimdilik budur. Bu durumda İslam böyle bir toplumda gereği gibi yaşanamaz, sosyal, siyasal alanda ve kurumsal işleyişte pratiğini bulamaz. Dolayısıyla böyle bir durumda takva sahibi bir müminin yapması gereken iş içinde yaşadığı toplumda hakkı, hakikati, iman gerçeğini hem hal diliyle hem de sözlü olarak gücü yettiği ölçüde insanlara anlatarak tebliğ etmek ve de şayet içinde bulunduğu ortamda veya toplumda mümin kişi için zalimlerin zulmü artık dayanılmaz noktaya gelmişse gerektiğinde dinini rahatça yaşayabileceği bir diyara, daha özgür hissedebileceği bir beldeye Allah için hicret etmektir... Unutulmamalıdır ki müslüman tebanın çoğunlukta olduğu bir toplumda da doğal olarak azınlıkta bile olsa gayri müslim teba da olacaktır. İslam'a göre müslüman toplumla anlaşmalı böyle kimseler/zımmiler kendi hukuklarına göre yargılanır, kendi okullarını açar, kendi inanç felsefesi paralelinde eğitim sistemini tesis eder ve hatta kendi otonom devlet yapısını bile teşkil edebilir ki bu tutum Hz peygamberin Medine sözleşmesiyle Medine de gerçekleşmiş olduğu meşru ve kitaba muvafakat eden özgürlükçü bir durumdur. Müslümanların hakimiyeti altında yaşayan azınlık durumunda olan gayri müslim teba askerlik/cihat gibi İslam'ın ibadet saydığı işlerde istihdam edilemeyeceği için can ve mal emniyetlerinin temin edilmesi karşılığı bu anlaşmalı azınlıklar/gayrı müslim zımmiler müslüman devlete cizye verirler ki bu da zengin olanlarından alınır... Anlaşılacağı üzere bu noktada İslam farklı kültürlere tam bir özgürlük vermiştir... Bugün tüm dinlere aynı mesafede dediğimiz devlet Müslüman toplumlarda bile müslüman halkla savaşmakta, onların akide, inanç ve iman esaslarına aykırı sözde hukuk sistemini halka adalet diyerek dayatıp onları bu batıl hukukla yargılanmaya mecbur etmektedir. Oysa bu tutum bile müslüman bir ülkede müslümana uygun hukuka izin verilmediği anlamına gelir ki bu tutum bir mümin için küfürdür. Ne var ki bir mümin Allah'ın ahkamı dışında bir merci hukuk kabul edemez, zira böyle bir tutum onun imanı açısından küfre götürücü bir durumdur. Binaenaleyh kitaba/ilahi bir temele dayanmayan bir hukuk anlayışı asla hukuk olamaz. İslam'a göre böyle bir hukuk içinde bir tskım doğruları barındırmış olsa bile bu asla dosdoğru bir hukuk değildir, olamaz... Dolayısıyla da bir mümin ancak Allah'ın ahkamı paralelinde yargılanmak isteyecektir ki onun bu istemi Allah'a , kıyamet/hesap gününe iman etmesinin doğal bir neticesidir.
Mustafa KÜÇÜK
|