İkbali anlatırken onu tanımlayan şu "İkbal’in tasavvuf anlayışı, onu diğer düşünürlerden ayırıyordu. O, benliğin yok edilmesi gerektiğine inanmadı. Bilakis, benliği geliştirmenin, aşk ve fakr ile güçlendirmenin peşindeydi. Fenafillah yerine bekabillah anlayışını benimsedi; çünkü ona göre benlik, Allah’ın tecellisiydi. Tasavvufu bir ruhsal derinlik olarak görürken, onu istismar edenlere karşı sert bir tavır takındı. Hurafelerle ve kaderciliğin pasifliğine saplanan yaklaşımlarla mücadele etti." Fıkrası dikkatimi çekti.
Kuramsal olarak yerinde ve KATILDIĞIM bir yaklaşım.. ancak uygulaması söylendiği ve katılındığı gibi kolay değildir. BEN’lik bir emanettir ve onun hürriyet ve ayniyet gibi iki kanadı bulunan ve zaptı kolay olmayan bir KARTAL’dır.. her ne kadar bazılarında tavuk ya da horoz olarak görünse de.
Çünkü bir savaş ve barış sorunu ve aynı zaman bir sınav ve yarış konusu olan kavi ve zayıf ilişkileri bir çırpıda değil bir kaç bin yılda bile çözülebilen bir mes'ele değildir. İNSANIN bireysel ve toplumsal ve ulusal var oluşu.. üzülerek belirtmeliyim ki dilden dine.. bilimden hukuka.. ticaretten siyasete.. teknolojiden ideolojiye uzanan bir çizgide EVRİMSİZ yaratılış mubsırası ve YARATILIŞSIZ evrim manzarası olarak arz edilmeye çalışılıyor.
İnsanın bu köklü sorunsalı akıl ve kalb uyumundan dünya ve ahiret dengesine kadar geniş bir yelpazede cereyan eder münasebeti önümüze serer. Keza kadın ve erkek ilişkilerinden birey ve toplum bağlantılarına kadar geçerli hattı vasat sorumluluğu yükler. Keza bu maişet (mal ve hizmet) sunumunun ve meşiet (fazilet ve kemalat) serimine damgasını vuran KAVİ-ZAYIF sıkıntısı bu gün giderek artan ölçüsüz sermaye ve emek çekişmesi ile sorumsuz iktidar ve muhalefet çatışması olarak görülüyor.
Ne yazık ki ekonomik çıkarlarda ve politik yararlarda dile getirilen ideolojik yaklaşımlar çoğu zaman yanlış olarak hakk ve batıl kavgası olarak dillendiriliyor ve bu yüzden meşru kuvvetin ve masum hakkın HAKİKAT zemininde bir araya gelmesini engelleyeniyor.
Bu yüzden körüne inanışı destekleyen boşu boşuna savaşı tetikleyen bir TARTIŞMA konusu oluyor. Örneğin Fenabillah yerine Bekabillah anlayışı.. dini vaazın Fena ve Beka çatışması yerine Kur’an ilk sayfasında dillendirilen felsefi Şuhud (fenomen) ve Gayb (numen) saptaması alınsaydı bu güne kadar yapılan YANLIŞLIKLARIN bir derece önüne geçilebilirdi.
Ne yazık ki halk ve aydın HAZIR açık ve seçik SEHİL yani anlaşılır yazılarıyla isbat ve ikna eden hocaların AT'ına binmektedir.
Gelenekselleşmiş ZİHNİYET ve yerleşmiş FİKRİYAT Hazır düşünülmüş ve sehil olarak kanıtlanmış fikirler ve inandırılmış görüşler etrafında sorunlar popülize edilerek ideolojik yanlara yem ve siyasal partilere oy deposu haline getirilmektedir.
Çünkü ideolojilerin ve partiler insanları etrafında toplayabileceği ve yararlı olabileceği somut planlar, projeler ve programlar yerine soyut ortak insani değerler olan dil ve din ile emek ve özgürlük etrafında toplamaya çalışılmakta ve böylece avam-ı ülema (entelijensiya) ve ümera (bürokrasi) ve agniya (burjuvazi) havassa kurban edilmektedir.
Biz çağrımız YBA ile zihni AT'a tek başına binip ikbalin meçhuline ve istikbalin münkerine göndermiyoruz. Onu güvenli bir pegasus (simurg) uçağına bindiriyoruz.. o KARTAL’da sadece zümrüdü anka olan bulunan hürriyetin İMAN değil ve yakut akna olan ayniyetin USUL kanatlarını da çalıştırıyoruz.
Dediğimi çoğunuz anlamayacaksınız.. çünkü bu ülfet peyda ederek alıştığınız görüşleri ve hazır anlayacağınız fikirleri değil fikirlerin içeriklerini sorgulayabileceğiniz teemmül makinesi satıyoruz. Ne yazık ki bu hızlı anlam sürücüsü ve anlatım aygıtının müşterisi bu güne kadar çıkmadı…
Saygılarımla.
Osmanziya 15.12.2024 02:21
Bu yanıtı sebeb olan Mehmet BAŞ'ın yazısı:
oğunun Keskin Gözlü Kartalı: Muhammed İkbal
Bir zamanlar İngiliz sömürgesinin ağır zincirleri altında inleyen Hindistan topraklarında, gökyüzünü delip geçen bir kartal süzüldü. Bu kartal, yalnızca kanatlarının gücüyle değil, gözlerinin keskinliğiyle de ufku görebiliyordu. Bu kartal, Muhammed İkbal’di. Öyle bir kalp taşıyordu ki hem doğunun hikmetini hem de batının ilmini içinde yoğurmuştu. Lakin onun için bir sınır vardı: Hakikat. Hakikat ne doğuya ne de batıya aitti; hakikat, yalnızca Allah’a aitti.
İkbal, henüz bir çocukken babasından duyduğu bir öğütle yüreğini şekillendirmişti: “Kur’an’ı sana indiriliyormuş gibi oku.” Bu cümle, onun ruhunun kılavuzu oldu. Kur’an’ı anlamak ve onun özüne sadık kalmak için tüm benliğini ortaya koydu. Memleketinde aldığı sağlam dini eğitim, onu derin bir iman ve irfan sahibi yaptı. Ancak bu yeterli değildi. Daha fazlasını öğrenmek, ufkunu genişletmek için İngiltere’ye gitti. Batı’nın cazibesine kapılmadan, köklerini kaybetmeden döndü memleketine. Orada öğrendikleri, onun fikir dünyasını zenginleştirmiş, ancak kendi öz değerlerinden sapmasına neden olmamıştı.
İkbal’in ruhu, şiirlerinde yankılanan bir fırtınaydı. Onun kalemi, sadece kelimelerden değil, inançtan, aşktan ve mücadeleden yoğrulmuştu. “Cavitname” adını verdiği eserinde okuyucularını Dante’nin “İlahi Komedya”sının ötesine taşıyan manevi bir yolculuğa çıkardı. Bu kitap, bir miracı andırıyordu; okuyucular, kalplerinin derinliklerinde yükseliyorlardı. İkbal, bu eserde Zinderud mahlasını kullanmış; ancak başka hiçbir eserinde bu yola başvurmamıştı.
Onun kalemi, yalnızca güzelliği değil, mücadeleyi de işaret ediyordu. “Çan Sesi” adlı eserinde Müslümanlara bir çağrı yaptı. Esarete karşı ayağa kalkmaya, uyuşmuş kalplerini uyandırmaya davet etti. Bu davet, dalga dalga yayıldı; İkbal’in sesi, mazlumların sinesinde yankılandı.
İkbal’in tasavvuf anlayışı, onu diğer düşünürlerden ayırıyordu. O, benliğin yok edilmesi gerektiğine inanmadı. Bilakis, benliği geliştirmenin, aşk ve fakr ile güçlendirmenin peşindeydi. Fenafillah yerine bekabillah anlayışını benimsedi; çünkü ona göre benlik, Allah’ın tecellisiydi. Tasavvufu bir ruhsal derinlik olarak görürken, onu istismar edenlere karşı sert bir tavır takındı. Hurafelerle ve kaderciliğin pasifliğine saplanan yaklaşımlarla mücadele etti.
Mevlana Celaleddin Rumi, İkbal’in en büyük ilham kaynağıydı. Mevlana, onun için bir mürşit, bir yol gösterici, bir aşk kaynağıydı. İkbal, Mevlana’nın sözleriyle susuzluğunu giderdi, eserlerinde onun vecd ve heyecanını taşıdı. “Mevlana, aşkın rehberidir; sözleri susuzlara çeşme, vücudu vecd-ü heyecandır” diyerek onun yoluna duyduğu hayranlığı dile getirdi.
İkbal, yalnızca şair değildi. O, bir eylem adamıydı. Düşünceleriyle bir milletin kaderini şekillendirdi. Pakistan’ın fikri temellerini atan bir mimar, Hint Müslümanlarının sesi oldu. Müslümanların birleşmesi, esaretten kurtulması ve İslam’ı hakkıyla temsil etmesi gerektiğine inanıyordu. Onun düşünceleri, yalnızca bir millete değil, tüm ümmete rehberlik ediyordu.
Muhammed İkbal, hayatını İslam’a adadı. Sözleri, kuru bir akılcılığın ötesinde kalplere işleyen bir sıcaklık taşıyordu. Onun için ilim ve aşk vazgeçilmezdi. Kur’an ve sünnet, onun rehberiydi. Eylemlerinde yılmaz bir azim, fikirlerinde derin bir hikmet vardı.
Bugün, İkbal’in mirası hâlâ canlıdır. Onun eserleri, yalnızca bir milletin değil, tüm insanlığın dirilişine ilham olmaya devam etmektedir. Bu gökyüzünü delen kartal, gölgesiyle bile ümmete umut aşılamaktadır.
Mehmet Baş
2012
|