MATRIX ÜZERİNE
 
 

BOŞ BENİN DÜŞ DÜNYASI

 

Bu dünyanın bir kanadı;  illet ile  yani nedensellik ve özdeşlik yasalarıyla betimlenir ve indirgenir. Gabavet ve gafletle gömüldüğümüz, ülfet ve ünsüyetle içinden çıkamadığımız ve “bilim” yaptığımız düş  dünyası. 

Alışkanlıklarla  ve alışkınlıklarla  çekici ve çelici, sanıların yüzeyselliği ve kanıların görünürlüğü üzerine kurduğumuzu dünya. 

İdeolojiyle kurduğumuz ve teknolojiyle boyadığımız cicili ve bicili dünya.

Bir insan bedeninde boğulan gözler. Ne kadar şaşırtıcı değil mi ? Yer genişliğinde taban ve gök genişlilğin tabana sığmayan ve evrenler kendisine dar gelen insanın iki metrelik çukura düşmesi ve mezara batması gibi, gözümüz, dışyüzde ve  dış tenselliğimiz (cinselliğimiz) batıyoruz ve karşı cinsin endamında ve simasında kayboluyuruz... bir öpüçükte batıyor, bir kaşık suda boğuluyoruz. Bir damla evrenleri dolduruyor, bir nefes evrenleri boşaltıyor.. doğrudur çünkü o öpücüğün, o suyun, o damlanın ve o nefesin ardında otuzbeşmilyar ışık yılı çapında evren var.. ki o evrenin 10 üssü eksi yirmisekiz santimetrelik bir çaptan çıktığını büyücüler veya dinciler  değil bilimciler  söylüyor.. bir şeyi,  her şey değerinde ise,  hiç bir şeyi  ve hiç bir saniyeyi yabana atmamak lazım gelirken biz; bazan hemencecik kabul ediyoruz, bazen çabucak reddediyoruz,  hükümleri hava gibi soluyor ve saatleri ise peynir ekmek gibi yiyoruz.. 

Çoğaltılarak ve çeşitlendirilerek zenginleştirilen ve kolaylaştırılan dünya. Yenilen gıdanın  tadı ve imgesi (hayali) ve yenilenen  eşyanın yadı ve angısı (hatırası)  kurduğumuz bu alem,  bir düş dünyasıdır, çünkü gerçeklikleri düşüncelerle kurarız. Olaylar ve olgulara   ilişkin neliklerin kuramları  ve gerçekliklerin bilgileri ile  kurduğumuz bu evrene  ilişkin fen ve felsefe etkinlikleri,  sürekli gelişmekte  ama özü itibariyle değişmekte.. Keza  oluşturduğumuz toplumsal ilişkilerimize ilişkin yasalar ve kurallar, kuramlar ve kurumlar, ahlak ve hukuk etkinlikleriyle oluşturduğumuz yollar ve yönelimler, bizim,  yaşamak yanında gerçeğe erişmek ve doğruya ulaşmak amacıyla da oluşturduğumuz çizgiler ve vektörler. Bütün bunları rasyonel ve reel ilkelere ve saptamalara görede yapsak da, kabli (önsel) ve ilahi (tanrısal) bir köke dayanmıyorsa, akıl ve hakikat dediğimiz şeyin bir ucu beyne dayanıyor ve  neticede bir düşünce kısaca bir fikir. Nitelikler ister birincil olsun ister ikincil sonuçta varlık yada olaya indirgenen bir rüya. 

Rüya ile Fikir yani düş ile düşünce arasındaki fark, belki,  “kök” ile “ek” arasındaki fark gibidir! Düşlencede desek, düşüncede desek, düşünme desek, düşleme desek hiç bir şey, bizi, düşün yer aldığı ruh denen gizemden yada beyin denen bilinmezden çıkaramaz. Verilerin (dış beş duyunun/göz, kulak, burun, dil ve deri) “tanıtlanamzları” ve kavramların (iş beş duygunun/vehim, sarf, derk, hafıza, hayal) “tanımlanamazları”  yani  sentetik ve analitik kökler, bize madde ve mana kavramlarını açamaz, ama biz açmaya çalışırız o başka.  Ama beyanımız bunları ne kadar ayan etsede, kitaptan yoksun bir akıl için bunların benimizin bir kurgu- düşü  yada kendimizin bir imge-düşü  olduğu dışında kesin bir bilgimiz yoktur, kati bir kavlimiz bulunmaz. O zaman her şey kaf dağının bir mit olur ve  onu bir “kıl”a asabiliriz; Kaf dağını assalar, çekerde bir kıl.

Bunların ne kadar gerçek ve ne kadar değerli olduğuna ilişkin kanı ve sanılarımızın ötesinde bunları oluşturan benimizin “boş” olduğunu bilmek korkunç, dünyamızın “düş” olduğunu anlamak ürkütücü  ve her şeyin bir “oyun” olduğunun farkına varmaksa, ciddi  bir insan için çok daha korkunç, özgür bir insan için  çok daha ürkütücü. Bu durum, aynen makinaların insan tarlalarında üretilen insanlarla aynı özellik ve nelikte olduğuzun farkına varmak gibidir. Hatta böyle bir dünyada yaşayan şöyle bir insan, o tarlalarda üretilen insanlardan daha aşağıdadır. Çünkü onlar bir pil işlevide görseler bir işe yarıyorlar oysa hayatı bir amaca hizmet etmeyen insan o değerde bile değildir.  Ama öyle bir kompleks  makenizmalarla alışkanlık ve alışkınlarımıza savunuyor ve öyle bir inanma gücüyle sanı ve kanılarımıza yapışıyoruz ki bu gerçeği açık ve seçik görememe (belki de bunun için görmek istemiyoruz) nedeniyle oluşan bir duygu yanılsaması (galat-ı hiss),  cehennemden beter olan yokluğu hissettirmiyen bu boş benin düş dünyasında daldığımız oyun yada oynattırıldığımız senaryo,  bize öyle hiçte  korkunç görünmüyor.  Çünkü bu dünyayı “ebedilik/sonsuzluk” rengiyle boyuyor ve “bakilik/kalıcılık” deseniyle işliyoruz. Eğer görüntü ile gerçek arasındaki farkı betimleyebilmiş yada anlatabilmişsem bunu Molfis’in tümcesiyle örneklendireyim: “Gerçeğin çölüne hoşgeldiniz.”

İşte bu yalın gerçek, Neo’nun  düş dünyasının bu ürpertici çağrışımlarını karşısında neden  kustuğunu açıklar. Hatta bu gerçeklik, “siccin”de mukayyed ruhların konumunu ve  “fi amedimmümeddede” de mahbus cesedlerin durumundan daha  korkunç. Çünkü makina tarlalarında kurulu yada siccin mahbeslerinde tutulu insanlar  hiç olmazsa “yokluk” la batıl ve “yoksunluk” malul değiller..  Ama Allah Azze ve Celle sizi ve bizi oraya düşürmesin. Amin. (sol üst köşe)

Şimdi, durmadan yenilenen ve  geçip giden  anlarla kurulu bu dünyayı yani kalıcı öz görüntüleri  yani emprik realitelerin faktumlarını, sinirsel etkileşimli simülasyonlarla  spiretüel fiksiyonlar olarak  sanal aleme aktardığımızda ve kafeslerinde mahpus uyuyanların sürekli rüyaları haline getirdiğimizde ve bu rüyaların konusunu karşı cinslerle oluşturduktan sonra kim bu yalancı cennetten çıkmak ister yada kim bu gerçek cehenneme girmek ister ?  Zaten bu rüyadan bizi uyandırsalardı, gerçekle muvazenemizi kuramaz, dünyaya intibak gücünü bulamazdık. Bu yüzden yeniden inşa edilmemiz gerekecekti. 

İşte insanın, bedenin ve beyninin kozmik yapı ve işlevini araştırması, kendinin ve beninin ontik varlığını sorgulaması,   bireyselliğinin kimlik  ve  kişiliğinin varoluşunu araması, duruşununun  ve onursallığının psiko-sosyal oluşumunu, yeniliyerek ve geliştirerek, “Tasarım”layıp kurgulaması  ve “Biçim”leyip uygulaması gösterir ki insan memelilerden bir memeli değil, topluma  katkıda bulunan hayvan üstü bir katman  ve evrene  katılan yaratana muhatab bir yaratıktır. Öyle olmazsa virüsten öte bir hastalık, hayvandan aşağı bir varlıktır.. (Sağ üst köşe) 

Eğer gerçeklik bir düş değilse, ki değildir çünkü düşü görecek bir gerçek beyin lazımdır ki  beyin de düş denilse yukarıdaki gerekçe yinelenir bu silsile sürür gider. Totolojik özdeşlikte kaybolur.  O zaman dil aygıtına başvurup beyin (nesne) ve gerçek (düş) arasındaki  (bilgi) ara yüzü aynasını kullansak   “cismimiz yeniden inşa edilmeden zihnimizi yenileyebilsek” somut ve soyut nesne ile aşkın ve kimse arasındaki farkı görürüz ve anlarız. Elbette dil örgülerinden ve düşünce tuzaklarından kurtulduğumuzu da varsayıyoruz.  Özdeşliğimizin sorumluluğunu “elimize” ve özgürlüğmüzün yükümlülüğünü “omuzumuza” alabilirsek, bu “tahmil” ve “tuhammil” ile  doğruları önerecek ve gerçeği onaylıyacak yetkiyi de alırız.  İlimlerin ve hükümlerimizin idrak ve iradesini taşısak,  tasavvur ve tasdiklerimizin ihtiyar ve iktidarını hesabını versek, bu “beraat”  ve “bereket” ile  imkandan (olanak, olasılık ve olabilirliklerden), lazım ve  vacib varlığa geçebiliriz. Bu nedenle işimizi oluşturan gücümüzün ve düşümüzün  gerçekleştirerek; zorunlu  ve gerekli köklü,  bedihi (apaçık dış) ve bedii (özgün iç) yönlü kat’i (kesin)  varlığı olumlar, vaz’ ve va’ad edilen dünyayı  yokluğa mahkum etmekten kurtarır ve  hayale mahbus olmaktan kurtuluruz. Solumuzu  ve sağımızı birleştirerek önümüzü görebiliriz. Yoksa solculuk ve sağcılık yanpirikliğinde ilerlemenin sonu boş  ve  düştür. 

Gerçeklik ve düş karşılıklı bir varoluş..  düşünüş ve varoluş birbirine bağlı bir kuruluş. Boşa gitmemeli, böyle geçmemeli.. Dünyanın ve ukbanın yalan ve gerçeği ayrılmalı (fark)   insan kör bir imge, boş bir kurgu olmadığını açığa çıkarmalıyız (temyiz). Yaşadığmız günde tercih edebileceğimiz bir yol bulunmalı, ilerlediğimiz yolda tergib edeceğimiz bir yön olmalı.

 Fenadan Bekaya geçebiliriz! Geçemememiz olasılığını kaldırmaz.  Bu  pek açık. İmkandan Vucuba yönelebiliriz! Yönelmemek olmamasını gerektirmez.  Şu çok kesin. 
Bu sözlerin  açık ve net gösterimi ise düz yazının ötesine geçen dilegetirme ve düşe götürmelerele mümkün olduğundan,  bu gerçekliğin,  yokumsaması yada yadsınması tartışmasını ilerletmiyorum.. Sadece idrakimizi genişletme, irademizi yükseltmeye ve kendimizi  yeniden inşa etmeye davet  (çağrı)  ile  ve dava (yorum)  ediyorum. Yani HAMDE ve DUAYA çağırı-yorum.

 Önümüzde iki yol görünüyor: Birincisi  sanal bir bağımsızlıktan yola çıkarsak,  bizi robotlar gibi başkaları “yineleyip” inşa edecek ama biz kendimizi özerk bireyler sanacağız. İkincisi  bağımsızlığı salt varlığa özgü kılıp  özgür olarak kendi kendimizi “yenileme” olanağı bulacağız. Kapıları biz yapmıyoruz. “O’nlar’ı” önümüzde buluyoruz.  Bunun anlamı, yaşadığımız düş değil gerçektir. Ama içeriye  girmeye yada dışarıda kalmağa çağrılıyoruz. Bu “O” ile tanımlanan nesne ve kimse olmayan, uzama ve süreye bağlı kalmayan salt bir buyruk, bağımsız iş, yetkin  düş, tam güç, tüm gerçek, kesin doğru, sonsuz iyi, eşsiz güzel.. karşısında bulunduğumuzu gösterir. Ama önüne getirildiğimiz kapıları biz açıyoruz. Duruşumuz çok önemli.. Merkez (özek)  yada muhit (çevrel) bir yerde  ..  yatay veya düşey bir konumda.. O’nu ve onlar’ı ayırmada, beni ve başkalarını değerlendirme bu yer ve konum belirleyici.. şimdi bu dilsel deyimlerin ve geometrik tanımların  modelistik örtülerini kaldırdığımızı  ve metaforik perdelerini yırttığımızı varsayarsak,  bu , özgür bir bireyi ve  özerk bir eylemci bir kimliği bulduğumuzu  özgün bir kimse ve  özgü bir kişiliği  kurduğumuz  anlamına gelir. Biçimin ana hatları ve dokunun ayrıntılırını “özelleştirmede”  seçim bize ve size kalmış!

 İsterseniz “kapıya kadar” getiren Hazreti  Mevlana’yı dinleyelim; gel! Töbeni on kere yüz kere bin kere de bozsan yine gel.  Ve  eksen ve yörüngelerinde dönen atomlar ve galaksiler gibi dönelim, saf ve tavafları dolduralım. “Secde”de açısal çapımız sıfıra indirgendiğinde yatay konumdan düşey konuma geçeriz. Bütün dış alıcı ve vericiler kapanır, iç-yüz açılır: İşte Tekbir. Allahü Ekber. Bizi Tevhide ve Rasule  çağırıyor. O zaman sözün özünü buluruz. Yeter ki yine o zatın deyişiyle, ya göründüğümüz gibi olalım, yada olduğumuz gibi görünelim. Bu oluşun adına varoluş, bu görünüşün adına süreç diyebiliriz. Ama bütün görüntü ve gösterileri aşan içten bir varoluş ve etkin bir süreç.. ilki varlığın göstergesi ikincisi sonsuzluğun görüngüsü. Bunun anlamı,  alt dilin basit bir sinyalisazyonu ve edilgin bir sembolizmanı olmasın ötesinde  üst dilin  yinelenen bir model (MİSAL) ve yenilenen bir metafor (MECAZ) olmaktır. Yani günlük dil ve ortak duyunun, nesnel dil ve bilimin, kimsel dil ve hikmetin üstünde  ve ötesinde esma ve sıfat perdesinde yansımaktır. Yanılmanın  ve yanılsamanın çok çok üstünde bu kulluk makamını beğenmeyenler kendi sanal gerçeklik ve banal güzelliklerini sürdürebilirler.. Ama onlara karşı Ludwig WİTTEGENSTEİN’İN   uyarısını hatırlatmak zorundayım. (*4*)

Eğer felak ve infilakı saymazsak..  işte size iki hilkat (1)  ve fıtrat (2) , Bir de birincisi ibda (3)  yani hiçten icad (4) ,   ikincisi inşa (5)  yani varolandan imal (6) . Birde halk-ı beriyye ve şerr-i beriyye (7). Şimdi yedi  terimin   hepsini hakikisini ve mecazi kavramlarını nazara almadan “yaratış”diyorlar. Bu deyimlerin tanımlama ayrıntısına inmeden “inşa”dan bir başlaya lım! (Ne yapalım ki  yoksulluk dilde başlar..  gerikalmışlığımıza şaşmamak lazım. Bu yoksullardan biri olmak hasebiyle mazur görülmemi istiyorum) 

 

GİRİŞ