ÖĞRENME ÜZERİNE
 
 

GİRİŞ

 
Öğrenme işini, “bilgi edinmek” diye tanımlamış sözlük.. “Bellemek, yetenek ve beceri kazanmak” diyerek de bilgilenme sürecini tamamlamış.  Öğrenmek,   passif bir madde şeklinde  bir  bilgi  "almak" mı yoksa  aktif bir mana  olarak  bilgiyi  "edinmek" mi ? Bu tartışmayı;  “öğrenmek, bilgilenmektir" diyerek iki tarafı  özdeş dilsel bir totolojiyle kapamak istemezseniz, düşünsel sorgulamalarınızı  ve dilsel çözümlemelerinizi sürdürmelisiniz.
Çünkü, “ilim, öğrenmektir.” Yada “ilim, bilgilenmektir.” Şeklinde bir tanım yapsanız, “iki şeye eşit olan şey, birbirine eşittir” kuralınca, ilim (bilim) e eşit olan öğrenmek ve bilgilenmek özdeş hale gelir. Sözlüksel  tanıtımlar gibi “sözde” açıklamaların benzeri olur   ya da dilsel çeviriler gibi “boş” anlatımları andırır. Bu totolojik ad-lamalar bize hiçbir veri ve içerik bağışlamaz, hiçbir  bil-gi ve kurgu vermezler. Ama “ilim, ilim bilmektir.” (Bilmek, bilmeyi bilmektir.) şeklinde bir tanım yapıldı mı, bu tümce bize bilgi verir. Öylesine çok bilgi verir ki bu yazı, tamamen bu tümcenin şerh ve izahıdır. Hele, “ilim, kendin bilmektir” denildi mi anlatım daha açık ve seçik hale gelir. “sen, kendin bilmezsen, bu nice okumaktır” ile tamamlanınca artık daha söyleyecek bir şey bırakmaz. Ama  ne yapalım ki bir an-ma ve sus-ma yerine e düşün-meye ve konuş-mayı seçtik.
      
Temel bilgi işlemleri olan tesmiye ve terkip rabtını (değişken at-ma-yı ) içeren  "Ad-lamaK"  ve ile tecrid ve tarif atfını (değer ata-ma-yı) içeren   "Tanım-lamaK" eylemleri,   köken olarak (tan-ıma) ve (an-lama) işlerini  çağrıştırıyor. Bel-ki de bilenin adı tanıması   ve bilinenin tanımının  anlaşılması  ile türetilen   bilgi,  böyle bilen ve bilinen ilişkisinden ortaya çıkan bir sonuç değildir.  Bizler, bel-ge, bil-gi bul-gu ile ar-aş-tır-ma,  sor-gu, kur-gu hecelerini anımsatan  ol-guyu izleme  kabiliyeti  ve bil-giyi im-geleme istidadı ile dünyaya geldik.  Bu yüzden  iz-leç-i ve im-ge-yi   "Bel-leme" işi daha dünyaya gelmeden önceki var olan bir “alim” sıfatımıza dayanıyor. Bu durumda    bil-gi alma  yada bil-gi edinme sürecinin temeli  olan öğretme, kurumsal öğretimden  önce insanda doğuştan var olan bir “yetenektir”. 
Bu “ilim sahibi olmak”  istidat ve kabiliyetine   akıl, kalb, ruh, nefs, nüha, lüga, idrak, irade, mantık, meşiet, rey', basar, nazar, rüyet, niyet v.b. çeşitli adlar verilebilir. Belki de bu adlar, bir ve tek olan aklın değişik yan ve çeşitli yönleridir. İşte bu konuda biraz kafa yormak istiyorsanız, çıkarımları  izlemeye devam edebilirsiniz. 
 
 
"Yapan bilir; bilen konuşur" olgusunun tam orta yerinde duran bilgi edinme süreci, öğretimle ve eğitimle,“kuram”-laş-tırılarak ve “kurum”-sal-laş-tırılarak  “uygarlık” gerçekleştirilir. Öğrenme yeteneği insanın diğer yeteneklerini de tetikler. İnsanın dil hazinesi, düşünce kilidiyle açılarak, türlü türlü istidatlar, çeşit çeşit kabiliyetler,  sözlü ve yazılı dil  aracı  ile kolaylaştırılan öğrenme yeteneği sayesinde  açığa çıkartılır. "Yetenek"ler,  uygulamalı eğitimle, bir meslekte  beceri kazanmaya, belli bir alanda uzmanlıklara dönüşür.
Kuramsal ve bilimsel  öğretim ile kurumsal ve uygulamalı eğitim, resmi yada sivil  meslekleri ve mektepleri  ortaya çıkarır. Deneme ve yanılma, araştırma ve geliştirme dahil bu olguların hepsini “öğrenme süreci” kapsamına alabiliriz. Öğrenme  olgusunu da, iletişim ve etkileşim ile bağlantılı,  düşünme ve konuşma ile   ilişkili bir etkinliktir, diye betimleyebiliriz.
 
Öğrenme, dilin terimleri ve düşüncenin kavramlarının  bileşkesiyle  oluşan sözler,  “Bilgi” denilen bir aydınlık küresi sunar bize. Bilinen verilerin gözlemleri ve bilenin ilkelerinin yorumları bu kürenin renk ve ışıklarıdır.  Eğitim kurumunun ışıltılarıyla karanlığı gideren meşale (lamba)  ile simgelenmesi, bilim etkinliğinin  saydamlığı ile görüntüyü yansıtan “açıklık karesi”ne (aynaya) benzetilmesi  bundandır.  Şu da var ki aydınlatan küre ve yansıtan kare,  durmuş bir ortam, donmuş bir yüzey değildir.
 Aydınlık ve açıklık veren sağlıklı bir bilgi,   aklın yenilenen “kuşku”su  ve kalbin yinelenen “inancı”nın dayanışmasıyla  oluşan dinamik bir “zemin”de, kinetik bir “menzil”de   üretilir. Bu genel ve geçerli  zemin, yenilenen gelenekle üretilir ve türetilir; yinelenen değişimle evrilir ve devrilir, hasılı değişir ve  gelişir. Biz bu gerçekliği arama  yolculuğunda,  bu bilgi umuduyla  ufkumu bakar, bu inanç güvenceyle hedefimize yürürüz. Öğrenmenin bu verimli  tarlasında dolaştıktan sonra şimdi bu tarlada hasat edilen bilgi ürününe bakalım. 
 
Bilgi, öğrenmenin bu genel zeminde, alınan "nesnel"  verilerin, zihin "tümel" ilkelerinin işlemesiyle oluşan "öznel" bir bileşimdir, tikel bir düşüncedir.  Görüş ve tutumlarımızı belirleyen, yaşantı ve davranışlarımızı etkileyen düşünceleri (kavramlar, anlamlar, konular, komutlar, tasarlar, kararlar) oluşturan düşünme melekesi, önsel ilkelerle çalışan karmaşık bir sürücü,  sonsal verileri işleyen kompleks bir cihazdır. Ancak içi veya  dış  gözlem algısı ya da  ham veya işlenik veri girdisi gibi bir  bilgi içeriği  bulunmuyorsa düşünce boş duran bilgisayar gibidir. Doğru-luk-lar ancak bir bilgi içeriğiyle “söz konusu” edilebilirse anlamlı olacaktır. Gerçek-lik-ler ancak bir “veri girdisi”yle işlenebilirse varlık kazanacaktır. Hasılı söz kabında bilgi içeriği yoksa yaptığımız sadece lak-lak dır. Bu arada hemen bir uyarıda bulunayım, bu yazı gibi biçimsel anlatımlar maalesef böyle bir laga-luga olma  rizikosu taşımaktadır.. Anlatımda son kertenin bir oyun, iletimde son tangonun bir monolog, konuşmada son anlamın bir saçma bulunması tehlikesinden korunmak her zaman olası değildir. 
 
Başka bir yönden de BİLGİ,  bilinen “eski” bilgelerin yorumlanması ve  işlenmesiyle elde edilen “yeni” bir veri, taze bir ışık, artan bir girdidir.  Böylece bilgi bize güç verir. İşte özgürlüğümüzü onunla kullanır, olanaklarımıza onunla yön veririz. Geçmiş idrakleri, gelecek iradeleri belirlemese bile etkiler. geçmişin yazgısı (kader)  ve geleceğin yargısı (kaza) “şimdi” de ve birlikte vardır. Belki bilginin gözlenen biçim ve gizlenen tasarım arasındaki yolculuğunda  en önemli sorunu,  bu hattı fark etmek   ve haddi ayırt etmek olmalıdır.
 
Yapısal-öğrenmeyi “birlik” tarlasına  ve  işlevsel-bilgiyi   “teklik”  ürününe benzeterek yaptığımız bu kurgusal ayırım  yanında başka bir kılgısal ayırım  var: Özneyi nesnel gerçeklik hakkında bilgilendiren öğrenme,   yaşamın olgusal ve  özgü deneyimi ile aklın (şuurun)  kurgusal ve zorunlu dayatışının  beraberliği ile elde edilmektedir. Bu olası ve özgür birlikteliği göz ardı ederseniz, elinizde kalan bir yana yaslanmak olacaktır. Böylece  rastlantılı ama yazgılı ilişkiyi  keserseniz, sadece determine ve kategorize bilgilerle sağlıklı bir sonuca ulaşamazsınız.. Düzen vardır ama tamamen „cetvel“ değildir, rast-gelelik vardır ama „başıboşluk“ değildir.. Belli bir alanda, genelde kudretin birlik yasaları vardır, fakat bazen rahmetin teklik kararları devreye girer. Bazı alanda bunun tersi geçerli olur.  Örneğin iki kimse ilişkisinde kurallarla işleyen özgür istençler vardır.. İki nesne ilişkisinde koşullarla çalışan  özgü olasılıklar bulunur. Nesne ve kimse ilişkisi ise “iki bilinmeyenli”  daha kompleks bir denklemdir.. Hangisi olursa olsun, eğer bu “iki ucu”  birlikte almazsanız; 
Ya düşünceniz  önyargı  ve tutuculukla kararır; bu sadece düşünme ve konuşma ile  yetinmenin karşılığıdır..
Ya da  gönlünüzü   belirsizliğe  ve kararsızlığa atarsınız; bu da sadece etkileşim ve iletişime dayanmanın sonucudur.
Böylece;
"gerçeklere"  yani yeni, taze ve artan öğrenmeye
ve
"doğruya"   yani yinelenen, eskimeyen ve  arıtan   bilgilenmeye
giden yolu kaparsınız. 
Böyle bir durumla karşılaşırsanız yapmanız gereken tek şey, arayış umudunuzu yitirmemek, “gerçek”e doğru yürüyüşünüzü sürdürmektir.. çünkü ne olursa olsun gelişi-kötülük değil gelişi-güzellik temeli üzerinde yol alıyorsunuz (1)
 
 Yukarıdaki  tasvir, hem düşüncenin değişmez “özünü” hem dilin gelişen “varoluşunu” dahi vurgular. Eğer  bu kabulden yola çıkarsak,  öğrenme “işi”  ve bilgi edinme “vetiresi”  iki ucun etkisindedir.
Birisi  etkileşim ve iletişim içeren  de-ğ-işim (tecdid:kal-i h-avl) ucu.
Diğeri düşünme ve konuşma de-y-işim (ikrar:hal-i k-avl) ucu.
Değişim, nesneldir. Nesnel, yenilenen mütehavvil bir konumdur. Bilinendir.
Deyişim, özneldir. Öznel yinelenen  mütekavvil bir durumdır. Bilendir.
Her iki tarafta birbirinden hem edilgin yada edilgin Hem  kimse veya nesne halinde iletişim kurarak etkilenirler...
 
Ama ikilik yanında şu harf ve isimin  oluşturduğu  bir varlık tekliği   ve bu halk ve emrin birleştirdiği bir gerçeklik  tekilliği  de var. Eğer daha ileri gitseydim bunlara yevm ve deyn, kainat ve insan da diyebilirdim.
 
Şimdi bu kurgusal kanatları bırakın şu  olguya bir bakın: De-ğ-iş-im ve de-y-iş-imin,  müşterek  “de” kavlinin  ve “iş” havlinin  "anlam"lı (isim)  KÖKLERİ   ile farklı h (ğ)  ve k (y)  "anlam"sız (harf) ADLARI, değişen anlamsız “gün”ün ve deyinen anlamalı “yol”un sahibinden haber vererek,   daha işin başında,   insanın ita edilen (ikincil)  "BİLEN"  zatının ALİM  sadrından çıkan sarf hasılasını haber verir.
 
 Buradaki üst dilin uzantısı olan BU ikincil tekliğin ve dolaylı tekilliğin  yalnız bir MONO-LOG  olmasından kurtarıp dilin ve düşüncenin özü bulunan DİA-LOG  olmasını sağlan. Bu şu demek oluyor:  insana verilen LAFZI “bilmek” yeteneği, LUGA sahibi bilen “özne”  ve bilinen “nesne”  ilişkisinden doğan NOMOS yada  LOGOS  olarak ifade ve ibare edilen "bilgi"den daha  ötededir.
 
BİLGİ, Bilen  ÖZ-NE-NİN  yani insan-ın, meleğ-in, cinn-in, ruhani-nin,  ikincil ama önsel  "bil-me" özelliğinden, mükellef aklından ve iradesinden  veya  müekkel aklından ve idrakinden kaynaklanan bir aydınlıktır. Uygarlığımızın gelişimi gösteriyor ki iradesiz idraklerde yüksek bir bilgi toplama ve depolama gücü, iradeli idraklerde yoğun bir bilgi işleme ve işletme erki bulunuyor. Böylece   zi-ruh ve zevil-idrak varlıklar yani akıl ve şuur  sahipleri;  yaratılışına dönük  ödev ve ödünleri,  buyruluşuna yönelik  görev ve işlevleri yerine getirerek ibadet (kölelik)  ve istiane (kulluk)  ediyorlar.   Bu durumda özneyi betimleyen ve tanımlayan yüklem (haml)  ile yüklemi  doğrulayan ve anlamlandıran yargının (hükm) ayırdına varmak, “fark” etmek, bizi bil-me eylemine , eylemin adına, adın aslına  götürecektir. Bu, “ilim, ilim bilmektir” demektir. Yeter ki dile ve dine düşmanlığı bırakalım.
 
Uçlardan birisi olan DE-Ğ-İŞİM;  mütehavvil olan “dışarı” sın dan etkilenmeyi , olan biten şeyleri içe yani “içeri”ye  iletmeyi içerir. Böylece değişim dışarıyı yani harici dünyayı, içeriye  yani zihin yüzüne (aynasına)  yansıtma (aksetme)  yani   düşe;  gerçeğe-(HAVL)-götürme biçiminde “yaşanır”. Ama unutmamalı görüntünün aynada aksi olur, resimlenmesi  ters olur. Hatadan küfre kadar terslikleri azaltmak ve kaldırmak bir “bilinen” sorunudur.
 
Ama siz bu hali “dışarıya” iletmezseniz, dillendirmezseniz, yaşanan bu “deneyimi”  sizden başka kimse bilmez.
 
Başkasının öğrenmesi için ikinci uç gerekecektir. Bu uç ise,  DE-Y-İŞİMDİR. De-y-işm, “içeri” düşünceyi, soruşturmayı, değerlendirmeyi, incelemeyi, irdelemeyi yani içeri-dekini “dışarı”ya aktarmayı, konuşmayı içerir. Böylece deyişim içeriyi dışarıya aktarma yani    dile; doğruya-(KAVL)-getirme  şeklinde “yaşanır”.. Ama aynın gayr olması gaybi bir sırdır, gizemli  ve örtülüdür. Sinadan kizbe kadar bozukluk ve sakatlıkları iyileştirmek ise bir “bilen” sorunudur.
 
"Mahiyet itibarmiyle her şey ilme bağlıdır."  Bu şu demektir: Bindirilen özdeş anlığın (idrakin) taşınması, taşıtılan özgür istencin (iradenin) atılımı, dağların, yerlerin ve göklerin ağırlığından çekindiği bir emanettir. Koşulların dengelenmesi   (tuhammili) yarışında kişinin kutlu ve mutlu bulunması  öğrenme "yeteneğinin" becerisine bağlıdır. Kurallara uyum  (tahmili) sınavında, insanın utlu ve umutlu olması bilgilenme "deneyiminin"  başarısına bağlantılıdır.
 
Şunu demek istiyorum: Biz yaşam itibariyle dış-evren ve iç-beden  muvazenesinin (dengenin) etkisindeyiz. Evren büyük beden, beden küçük evrendir. İkisi birlikte İnsan ve Tanrı arasında bir orta-perde, bir ara-yüzdür.  Örgülü  ve örtülü bu berzahın    iki yanı arasındaki konuşmanın gerçekliğini ve neliğini  bir bireysel çabamızla görür ve biliriz.   Diğer taraftan tanınç (şuur) yönünden birey (kişi)  ve toplum (kamu)  arasında intibakın (uyumun)  tesirindeyiz. Yani doğal (tabii) koşullara ve dönel (tarihi) kurallara kuram ve edimimizle oluşturduğumuz bilgi yapılanması ve uygarlık sistemi bizim düş (tasarım)  ve dil (biçim)  varoluşumuzu oluştururlar.
 
Bu varoluştaki özgünlüğümüzün   ve özgürlüğümüzün payının “oranı”   yada özgülüğümüzün ve özerkliğimizin katkısının “tutarı” hem gücümüzü ve yetkimizi hem sorumluluk ve yükümlüğümüzü belirlerler. Bu “nicelik” olumlu ve olumsuz bir değer ortaya koyar ki asla sıfır olmaz. Eğer “görecel  yatay” açısından  nesne olarak bile olanaksız iken kimse olarak  “c.sıfır” (hep:1-hiç:0) değeri yüklersek dünya bizim metriksimiz olur. Bu durumda  ideo-teknik otomasyon ve enformasyonun yapay binasında habs-olma, insan için, habis olma değilse bile dünyanın enlem ve boylamlarında yitmiş bir nokta olmakla eşdeğerdir. Bu “yargı” dünyanın egemenleri ve köleleri için değişmeyen bir “yüklem”dir. Bu ağır taşın altında kalmak, hem eğemenler hem sıradanlar için,  atmosferin basıncını taşımak kadar doğal hale geldiğinde kölelik başlamıştır. Metriksin diliyle zihne saplanmış bu kıymığın acısını duymaya;  ambigu, sıkıntı, ızdırab, sorumluluk, yükümlülük, borç, deyn v.b ne dersek diyelim “gerçek” değişmez..  
 
Şimdi bu sözler size tornadan çıkmış gibi gelecek,  doğrudur çünkü kurgusaldır; “gerçek” ayrıntıdadır. Bu tasarımla dikilmiş ve biçimle ütülenmiş  elbisenin yapaylığı ortada. Ancak, bu kuramsal bilginin, edimsel kullanımı , uygulamalı yararlanımı ile “çıkış yolu”  sizin ortaya koyacağınız "yaşam"a bağlıdır. Tinin tasarımı benin onurudur, tenin biçimi canın ürünüdür. Onur, çabanın daisi , ürün çalışmanın  muktazisidir. İnsanlar ürün ve ödevlerini, olanak veya  olanaksızlardan yararlanarak yeteneklerini beceriye ve başarıya dönüştürerek elde ederler. Bundan  aldıkları güç ve yetki ile yeni olanaklar elde ederler. Bunlar araçlardır.  Gücün yükümlülüğünü ve yetkinin sorumluluğunu yerine getirdiklerinde artırdıklarını korurlar ve arıttıklarını kurtarırlar. Bunlarda amaçlar.  Bu araç-amaç  performansı yani  “başarım”  elbette bilme ve  tanımayla koşullanmış  öğrenme ve öğretmeye bağlanmıştır..  Görece bir gerçek olarak, her şeyi bilen, hiç bir şey bilmez. Bir şeyi bilen ise her şeyi bilmez. Bizler hiç bir şey bilmeyen bir şeyi bileniz ve her şeyi bileni yani Salt gerçeği  görürüz ve gösteririz..  Demek ki varoluşumuz bu: bildiklerimiz kadar genişler, eylediklerimiz kadar yükselir, O’nu tanıdığımız kadar yüceliriz. Öyleyse "Rabbim ilmimi artır" duasıyla, zaman tünelindeki  yürüyüşümüzü yolun sonuna kadar,  sürdürmeliyiz.  
İşte biz bu içeriye dönük  etkinliğe  HAL, dışarıya dönük  etkinliğe  KAL adını veriyoruz.
Bu hal ve kal’in zıddı olarak ta : içerinin  dışarıya  aktarılmasına  KAVL, dışarının içeriye yansımasını da HAVL olarak tanımlıyoruz.
Böylece tümcelerimizdeki  sina ve hataya azaltmanın ve sözlerimizdeki kizb ve küfrü kaldırmanın, özdeş bilinç temeline  ve özgür istenç köküne  ulaşmanın, bir  bilgilenme  ve öğrenme sorunu olduğunu anlıyoruz.
 
Özetlersek; hal-i kavl; deyişim durumu olan dil   ve kal-i havl; değişim konumu olan düşünce, birbirini besleyen iki süreç. Ama ne ile birlikte..  iletişim ve etkileşim ile birlikte.. bu göz önüne aldığımız  "öğrenme" etkinliğini oluşturuyor. Göz ardı ettiğimiz de var. Bilmediğimiz de var.. Düşünmediğimiz de var.. Düşünemediğimiz de var..   Keşke bildiğimizin hakkını versek te.. bilgisizce inkardan vazgeçsek.. 
 
Bu yazıda azıda  kullanılan DEĞİŞİM hal-i  havl (gerçeğe /-düşe-/ götür)  ve DEYİŞİM  kal-i havl (doğruya /-dile-/ getir)  tanımlamalarının soyutluğundan elbette yakınıyorsunuz. Burada kurgulamadan haklı olarak  sıkıldınız, haklısınız..  çünkü  “yalın ve sade” yöntembilimsel şemalarla “adım adım” yürümüyorsunuz. Bende yöntembilimsel şema yerine düz yazıda bunları size aktarmakta zorlanıyorum.  Fakat  derim ki,  yukarıdaki soyut  tanımlardan vazgeçsek bile yazıda yer  alan ve  somut ve olgusal olarak kullanılan  “içeri”  ve “dışarı”  sözcüklerini nazara alırsanız sorunun ne denli karmaşık olduğu, çözümü için kurguya ihtiyaç bulunduğu ortaya çıkacaktır. Çözümlemelerimi  aktarmada aramızda düz yazıdan dahi  başka araç yok. Ek olarak verdiğim şemaların diline de yabancısınız. 
 
 
İç-er-i ve dış-ar-ı,   günlük dildeki anlamında,   odanın yada gözün içerisi  ve dışarısı gibi,  mekan (uzam-oylum) içi dışı, zaman (süre-dönem) içi dışı  anlamında kullanıl-ma-mıştır.  Ne anlamda kullanıldığını söylesem bu sefer  “içeri” ve “dışarı” sorununu (içeri ve dışarı sözcüklerini  oylum-dönem anlamında değil de  “alan”  anlamında kullansaydım daha da geometri-leşecek, yada “yan” desem daha da soyutlaşacak, “yön”  daha da felsefileşecek, “Cenab” desem daha da dinleşecek) daha da  karmaşık olacaktır. İşte hem bu karmaşaya (karış-ık değil karma-şık) dalmamak , hem öz-varoluş, yaşantı-deneyim gibi felsefi  probleminden kurtulmak için, değişimin DÖNÜŞÜM (kalb) ve deyişimin BİLİŞİM (Akl) yanını göz ardı edeceğim.. havl ve kavl yanında   akıl ve kalbi, eski bildiğimiz gibi yine muğlak bir şekilde,   belki tanımlanmamış   kara bir "kutu" olarak alacağım. Şimdilik   aklıdil (konuş-koyuş) diye; kalbi  de düşünce (soruş-arayış)  biçiminde;    anmaya,  devam edelim.
 
**
 
 Bilimsel düşünceyle bilgi elde edilmesini şu üç şekilde ibare edebiliriz: 
1.Deskriptif fenomenler, hipotetik-dedüktif proseslerle rasyonelleştirilir.   2.Betimlenen olaylar,  yalın varsayımlı  ilişkilere,   indirgenerek uslamlaştırılır.
3.Tasviri hadiseler, farazi ve basit münasebetlere irca ile aklileştirilir.
 
Bu üç tümce, hem ülkemizin  batısı ve doğusu arasındaki  tecrit ve yalnızlığının  resmidir, hem ulusumuzun  dili ile düşüncesi arasındaki  kopukluk ve dağınıklığını   gösterir. Bu üç cümle aynı zamanda  dilimizin içinde bulunduğu belayı sergiler ve  düşüncemizin kısıtlandığı hapishaneyi teşhir eder. Keza bu üç kelam, araç olan dil ve düşünceden amaç olan bilgi ve gerçeğe geçemeyen kültürümüzün uğradığı musibeti deklare  eder. 
Böyle  bir kültür zemininde bilim  sistemi   ve bilgi binası kurmak kumsalda gökdelen dikmek gibi zor ise de, madem susma yerine konuşmayı, anma yerine düşünmeyi seçtik,  biz de  umudumuzu yitirmeden işimize devam edeceğiz. Bu birbirine denk cümlelerde iki şeye dikkat çekmek istiyorum:
 
1.Anlatım ve biçim yönüyle isimler (tümce öğeleri; terkibler)
2.İçerik ve tasarım  yönüyle tarifler (tanım öğeleri; tahmiller)
 
Terkipler; ilim ve isim. Tahmiller;  irfan ve iman. Zaten hem gerçekliğe hem doğruluğa yönelen ama aynı zamanda hem güzelliği arayan hem güzelliği sorgulayan  bilgilenme  süreci, temelde  DEĞİŞKEN “ad-tamlama” AT-MA (öğrenme)  işi ve DEĞER  “anlam-yükleme” AT-A-MA  (bilgi edinme)  etkinliğidir. İlkinde işaretlerin tercümesinde kullanılan rabt-ı remz, bir DEYİM istihsalidir. İkincisinde delaletlerin tevlinde kullanılan atf-ı vasf, DEĞİŞTİREN istihdamıdır. 
 
Şimdi bu iş ve FAALİYETİ, kullanıcı kimse ve makine nesne arasında  sibernetik GERİ-TEPKİ  makenizması olarak kurmaya çalışalım.
 
**
Dil ve düşünce  arasında ne’ ler oluyor ? etkileşim ve iletişim!
Etki ve ileti ile ne’ ler yapılıyor ? çok genel bir model çizelim:
 
Etkileşim HALİ,  bir ETKİ-YEdüz ya ters (geri) tepki vermedir.  Burada dışarıdaki dilden,  bir tür etki,  bir tür  YÜK  (yeti-güç-öğe-ürün....AD v.s) GİRDİSİ   alıp  içeriye TAŞ  (yetki-iş-ödev-işlev-onur.... ANLAM v.s) ÇIKTISI veriliyor.
Kısaca havl DÜŞ-E GÖTÜRME  ucudur.
Burada “önce çalış, sonra ye” yasası geçerlidir.
Bu etkileme sonucunda, tepkinin karşısında bir nesne yada kimse varsa  İLETİŞİM doğar.
 
İletişim  KAVLİ,  bir SORU-YA olumlu yada olumsuz bir yanıt vermedir. Burada içerideki düşünceden, bir tür  ileti, bir tür  TANIM  (tasar-öner-kurgu-kuram…TASARIM v.s) UYAR-SI alıp dışarıya     TERİM  (karar-onay-kılgı-edim… BİÇİM v.s)  AYAR veriliyor.
Kısaca kavl  DİL-E GETİRME bir ucudur.
Burada ise “önce bilgilen,  sonra buyur” yasası yürürlüktedir.
Bu iletme sonucunda, ayarın karşısında bir nesne yada kimse varsa ETKİLEŞİM başlar.
Etkileşim ve iletişim, bir olayın iki yanıdır. Etkileşimli iletişim yada  iletişimle etkileşim bu iki yanlı süreci  tanımlar ki biz bu tanımlanan olaya BİLİŞİM (TAAKKUL) değişkenini (terimini) atabiliriz.
 
Bilişimde, etkileşim, iletişim olarak geri tepmiştir. Karşılıklı olarak  şuhud-gözlenen    ve   gayb-gizlenen  mabeyninde konuşma, düşünme olarak geri gelmiştir. Yada bunların tersi olmuştur.
 
Bu gözlenen şuhud ve gizlenen gayb arasında, düz ve ters akım birbirini besleyen bir DÖNGÜ oluşturur. Bu iki uçtaki öncelik(ibtida) ve  sonralık(iade) sibernetik yasaları daha iyi anlamak, öğrenme  karma-şa-sını  daha kolay çözmek ve sözlerimin ışığından bilgi aydınlığı edinmeniz  için FAALİYET01-2-3  şemalar yardımıyla; dil ve düş arasındaki alışverişe bakmalı, etkileşim ve iletişim arasındaki  ilişkiyi görmelisiniz. Şayet anlarsanız, TERİM-TANIM İLİŞKİSİNİ  daha doğru yapmak için denetlemeli  ve daha gerçekçi  yapmak için düzeltmelisiniz.
Buradaki  sibernetik modelde, semiotik kodlar kullanışmıştır. Çünkü etkileşim aynı zamanda iletişim de içermektedir.
Diyeceksiniz ki bunu anlamak için “süper” olmalı! Hayır! “yöntembilim” dilini öğrenmeniz gerekli ve yeterli. Çünkü düşünce dilsiz bilgiyi işleyemez, dil de düşüncesiz sözü  öğrenemez. Dilinizi kalem, düşüncenizi kağıt haline getirmek istemez misiniz ? Öyle yöntembilimsel DİLE başvurarak onu kullanmayı öğreniniz.  Bütün kitaplar sözlüklere, sözlüklerde  belirteçler  (10 rakam 30 harf) temeline  muhtaçtır. Bilgisayar komutları 75 makina 75 multi-medya kodların bağlıdır,  bu kodlarda  doğru (1)  ve yanlış (0)  değerlerine dayanır. Ama bu temelleri öğrenmeye çalışmak insana zor gelir. Yöntembilimsel DİLİN komutlarının temeli olan formları, normları, kodları ve modları öğrenmek bu kadar da zor değildir.
 
Yukarıda, öncelik ve sonralığa dayanan, güç-iş  ve bilgi-buyruk  yasalarından söz ettik. Bunlar makine yasalarıdır. Ama bizler, makine değiliz. Zaafımız ama buna  rağmen özgür oluşumuz yüzünden, bu yasalara uymadan çalışmadan yemeye uğraşır sonuçta  çalar yada sömürürüz yada  düşünmeden konuşmaya bayılırız bundan dolayı da yanılır yada baskı yaparız. Örneğin dili öğrenmeye uğraşmadan bilgiye erişmeye çalışırız. Ama en sonunda bazı gerçeklerin “dil”ini  öğrenir ve geliştiririz, değiştiririz ve düzeltiriz. Ama insanın  dilini öğrenmeden bizleri  “makineye benzetip düzeltmeye kalkanlar”  sabırsızlıkla kendi eğri sömürülerini  ve bozuk baskılarını görmez ve göremezler. 
 
Bu yüzden bu salt-görecel   anti-nomi’sini öğrenemez ve bilemezler ve anlam-amaç a-nomi'si (anlamsızlık) içine düşürler. Oysa her birimiz  kişisel olarak bize emaneten verili  araç ve gereçleri  işlemek ve işlemekten sorumluyuz. Ayrıca dildeki söz-ötesini aramakla ve düşüncedeki bilgi-berisini bulmakla yükümlüyüz. Aksi halde  “kullanılmayan araç bozulur, bozulan yapı atılır” yasasınca sağlam ve düzgün çalıştırılmayan göz (basar)  ve kulak (sem’), uz (vicdan) ve us (nüha) cihazlarının sonuçlarına katlanmak durumunda kalabiliriz. Ölçülü ve kurallı işlem yapmamadan doğan   bozuk an-lama ve us-lama doğurması bizi yokluğun çöplüğüne gönderebilir.  Özgür ve içten işletilmemekten kaynaklanan çürük and-laşma ve uz-laşmadan  dolayı kendimizi  kötülüğün çukurunda bulabiliriz.
 
Şimdi  bir başka açıdan dil ve düşünceye bakarak ÖĞRENME'yi görelim:
 
 Dil, lisan/sarf  işletiminin hasılatı  olarak pratik yaşantı ve davranış ortaya koymak, düşünce ise  kalb/sadr işleminin hasılası  olarak  nazari  görüş ve  tutum  oluşturmak, dile-getirilebilir. Yukarıda girdi ve çıktı dedik, yani varid olan dahilat-ı sadrı  ve reddiyat olan haricat-ı sarfı kasdettik. Maliyet masrafı ve Meksub   ecir arasındaki fark, bizim karımızı ortaya koyar. Ticaret yönünden böyle olmakla beraber, siyaset yöndende bize verilen yetki ile görülen görev farkı da, bizim rütbemizi ortaya koyar. Bu servetin miktarı ve  makamın derecesi  nedir ? Yani sadıran çıkan hasıla nedir ? Geometrik bir tanımla yürüdüğümüz yolda çizdiğimiz  varoluş doğrultusu nedir ? Allah'ın bildiği sadımızın içindeki zatımız  nedir ? Sadıra içinde  şuuur, şuurun içinde nefs, akıl, kalb ve ruhtan mürekkeb dört latife,  latifelerin içinde sır, sırrında içinde  ve bütün masrafların üzerine yazıldığı ZAT nedir ? Şuurun ukdesi (düğümü)  mi yoksa el ve ayaklar ile göz ve kulaklar ortasında bulun fuadımız (gönlümüz)  mı ? Bütün bunlar  genel geçer bir yöntembilimle yapılacak insanbilimle ortaya çıkacak. Demekki gelecekte yazının konusu olan dil yapımızı ve düşünce işlevimizi daha iyi anlayabileceğiz. Öğrenmeyi öğreneceğiz.  
 
Burada kadar yaptığımız kurgulama, betimleme, tanımlama,  dillendirme  dile-getirme-lerindeki yüklemlerini  nazara aldığımızda sadr-ı sarfı işinin kompleksliği “ortaya çıkar”. Ayrıca göz önüne alınan değişim ve deyişim, göz ardına atılan dönüşüm ve bilişim düşünüldüğünde,  öğrenmenin ve öğrenmeyi öğrenmenin  ne derece karmaşık süreç, kendiliğinden “anlaşılacak” tır. Bu anlaşılan kara kutuyu açmak ve “açıklamak”  ise daha da zordur.
 
Öğrenmede;
öğrenilen  konuya ilişkin bilgi birikimi ve arada alınan temel eğitim yanında,
öğrenilen bilgiyi işlemede; 
(1)  Dikkat  ve takip,
(2)   Heyecan ve soğukkanlılık dengesi,
(3)  Hads  ve zeka kapasitesi ile 
(4)   Aks i tesir ve  refleks   desteği, 
her işte olduğu gibi,  öğrenme etkinliğinde önemlidir.
Bunlar   hayat-ı şuur'un dört atlısını  teşkil etmektedir.
 
Şimdiye kadar karmaşıklıktan sıkıldı iseniz, söyledikerimi  tamamen unutun. Zaten “bilen” olarak siz bu işleri yapıyor, biliyor ve konuşuyorsunuz. Belki konunun zorluğu ve soyutluğu kadar anlamamdaki yetersizlikler  ve anlatımımdaki eksiklikler  de sıkıntı doğuruyordur..  Sokrat'ın  dediği gibi ben yeni bir şey öğretmiyorum ve  sizlere de bilmediğiniz bir şeyi öğretemem.. 
 
Şimdi  belli ki öğrenme işinde ortada “ad”lar ve “tanım”lar var. Bu şu demek:  dilsel hatt-lar ile   terimler üretiliyor; düşünsel  hadd-lar ile kavramlar üretiliyor. lazflar v mefhumlar.  Grafik çizgi/hatt (-) lerden şekiler, şekillerden lafızların remizleri  çıkarılıyor,  geometrik uç/hadd (.)lardan suretler, suretlerden isimlerin resimleri  çıkarılıyor. İşte ilmin grameri.. İlim, bu ikisini fark etmeyle başlar. Metni manadan, manayı masadaktar. nazmı mazmundan, mizanı izandan  ayırt ettiğimizde doğuştan gelen ve yaratılıştan bulunan “Alim” sıfatımızı ortaya çıkarmış oluyoruz. 
 
İşte düşüncenin geometrik ve kartezyen temsili... Yöntembilim dahi geometrik zemin olan  bu analitik düzlemi kullanır ama onu “gerçek” olarak görmez, gerçeğe yaklaştıran bir perde bir berzah  bilir ama onun gerçeği erişmeyi engelleyen bir örtü bir zar  olabileceğini de göz ardı etmez... Beyanın bu beyn-i mübayenetinin bilinmesi bize beyanın öğretiminde gizlenmiştir..  I (integer)   ile simgeli  nar zar-ından kurtulmak, X (iks) simgeli kolay değil nur zor-una katlanmak, Ama bizler,  illeti ara-mak   (%) gibi bir misyonla  ve akibetimizi sor-gulamak (?) bir mesajla karşı karşyayız!
Bu imgeli  fakat gizemli anlatımı açmak ve açıklamak isterdim fakat yerim dar. O zaman benzetmeyle işin içinden sıyrılayım.. Danteller neyle örülür düğümlerle...  dil ipliği ve düşünce iğnesiyle  düğümler ve bağlamlar yaparız yani tümcelere tasarlar yapar, tanımlarla kararlar verir,  yüklemlerle önermeler yapar, yargılarla bir son-örgüye bağlarız. Bunlar işin  kurgusal ana-hat-ları ama “gerçek” ulaşılacak ve ayırt edilecek ayrıntıda.... ama görsel zevklerden bu düşünsel keyiflere ayıracak zamanımız yok..
Küfür ve iman arasındaki çizgi pek ince ve dengedir. Kizb ve sıdk arasındaki örtü çok duyarlı ve ayarlıdır. Bu denge ve uyum zorluğu boşuna değildir. Çükü ben ve sen arasında bilgi  ve sevginin çıkması için özgür istencin doğması ve özerk özdeşin büyümesi  gerekiyor.   
Cenabı Hak sizi ve bizi şeklin ateşinden korusun, resmin alevinden kurtarsın,  ta hutamenin közünden korunana  hutun yüzünden arınana  kadar. Amin.
 
**
Terimler için değişken  at-amalar geçerli.. kavramlar için değer atama-lar  yürürlükte..
Değişkenler hattlardan müşekkil şekiller, değerler haddlerden mutasavver suretelerdir.
Terimleri deyimlendircek yani rabt edecek lüga yani lisan gerekir.
Değerleri değiştirecek yani vasıfları atf edecek  nüha yani kalb lazım.
İlim ikidir, biri lisanda olan ilim ki bu Allahın ademoğlunu bir hüccetidir, diğeri kalbde sabit olan ilim ki asıl     faydalı olan ilim budur.
Birincisiyle konuşur ve düşünürsünüz, ikincisiyle susar ve anarsınız.
Ama ne yapalım ki biz ikinciyi seçtik, Rabbimiz sonunu hayr etsin.
Özetlersek:
Terimlere şekiller ile yapılır.(ŞEKİL:Resm-i remz-i vaz-ı rabt)
Kavramlar suretler ile yapılır. (SURET: İsm-i vasf-ı farz-ı atf)
 
Ama gel gör ki günlük dilin  adlardaki  terim ve kavramı ayırımı,  kimse ve nesne  içinde örgülü, bu örgüyü çözmek, günlük dil için,  gereksiz hatta zararlı.   Bilimsel dilin de tanımlarındaki değişken ve değeri,  deyim ve değiştiren  içinde örtülü, bu örtüyü  açmak, bilim için,  zor hatta olanaksız. Örgüyü çözmek ve örtüyü açmak  biçimsel çalışmalardır. Üstelik içerikli çalışan günlük dil ve bilim için örgü ve örtü ile uğraşması,  kendi uzmanlıkları dışında kalmaktadır. Bu işi de  hikmet ve din yapar.
 
Din; günlük dil, bilim ve hikmet için umumi bir hocadır. Bilim asistanı ve hikmet doçentidir. Felsefe artık çağımızda içerikli bilgileri, matematik temelli fizik kimba bioloji (FKB)  gibi evren  bilimlerine  bıraktığından, biçimsel konularla ilgileniyor. Mantık temelli psikoloji, sosyoloji ve linguistik (PSL)  bilimlerinin konusu olan  dil, iletişim ve bilişim gibi sorunlara el attı. Bu haliyle  felsefede denilen hikmet,  etkinlik okulunda Yöntembilim doçentliğine aday görünmektedir. (Felsefe, hem nedenselliği hem amaçsallığı bütünleştirebildiğinde yani  bir nevi “birleşik kuram”ı gerçekleştirebildiğinde HİKMET haline gelebileceğini düşünüyorum.) Günü gelip ustalaştığında hak ve hakikat hükümlerini verme, hayır ve hüsün  derslerine başlama yetkisi alacak.
İşte o zaman öğrenmenin anatomi ve fizyolojisi olan düşünce ve dil daha da açık ortaya konulacaktır. 
 
Zihin disketiniz dolmuşsa, yazmak için yer kalmadı diyorsanız, kestirmeden bir format atın yeniden başlayalım. Yani yorulduysanız, dinlenin gelin sona yine dile-getirmelerimi dinlemeyi sürdürün. Çünkü bu işin yolu ve yordamı, yani  dini bu. İşte  türkçenin azizliği! Bir kök üç ayrı anlamı belirtiyor. Bu temel dil olayı, isimler harflere yapışmış olmadığı gibi gerçeklerde bilgilere kazınmış değil. Tersine, bilgiler gerçeklere kazınmış, isimler harflere yapışmıştır. İnsanın  İşide, hakikat kazısı yaparak; hakkı (hayrı ve hakk) ,  hakikatten (hüsn ve hakik) ayırmaktır. Çünkü ben ve sen arasında sevgi ve saygı ancak böyle doğacaktır.
 
**
 Şimdi şu "ilim" im'inden, [ Arapça ilim’den (bilgi)  türeyen  talim(öğrenme) ] başlayalım. Noktaların tam bir muamma olan geometrik tanımını değilde grafik tanımını yapılam. Nokta bir uç, bir izdir. Bu iz, izleyene,  hem kendini izlenimini verir, hem izleyenini bildirir. Varlıklar  ve olaylar, doğal izlerdir. Yapıtlar  ve örgüler yapay izlerdir. Ürünler ve ödevler  dönel  izlerdir.  Bunlar elle tutulan ve gözle görülen  şekil (biçim) lerdir. izlerle biçimiler yaparız.
 
 Hatlar nokta izlerinden oluşur. Bu izler cisim ve  resim yani tecessüm eden şekildir. noktalar ya nukta-lar nutka gelirler, nükteler olurlar. Yani resimlerin remiz, cisimlerin isim olurlar. Bu bizim içimizde olan ukde sebebiyledir. Lüblerimizin dışında olan ukdelerimiz, düğümlerimiz var. Örneğin beyin biri düğümdür, receptör ve sensör duyum ve manüpletör ve motor üyelerimiz arasında. Yürek bir düğümdür, temiz ve pis kan arasında. Mide bir düğümdür ağız ve anüs arasında.  Fercimiz bir düğümdür ovum ve sperm arasında. Bedenimiz  dört düğümden müteşekkil büyük bir düğümdür. Bu maddi düğümler gibi manevi düğümler olan "latifeler" var ki bunlarda bir nevi zar-layan , zor-laya ve, sor-gulayan yanımızdırlar.. Bu latif orta  birim ve ara yüzlerden biride,  dil ve düşüncedir çıkar ve yakar ayaklarımız ve  bilgi ve sevgi kanadımızlarımızın özeğidir. Bu noktanın gramer tanımıdır.  Bu özekte "öğrenme" ile işler.
 
Şimdi  “ÖĞRENME” nedir ?  “Ö.ğ.r.e.n.m.e terim (ad-sözcük-simge) nin  kökü ö-g-r harfleridir.
G-ö-r..  g-e-r/çek ve g-ö-r/çek..   eğ /ri ve d-o-ğ / r-u..  ör-tü,  ör-gü, or-gan.. 
İlim ve talim yerine bilgi ve öğrenmeye hesabına kullanılan bu adları, bu adın anlam çerçevesini ürüten ve türeten kökü  nereden bulmuşlar diye düşünüyorum. 
Türkçe de  Örnek ( misal)  olma ve öğüt (nush)  verme,  marifet  (bilme)  ve irfan (tanıma)  kaynakları.   Her halde dil (türk dili) öğrenim ve eğitmim yani ilim edinme ve beceri kazanma terimlerini buna koşut olarak yerleşmiş. 
Ör-nek "alma" / öğ-üt  "verme" doğrudan öğrenme ve kısaca bilme yolu.
Talim ve terbiye, öğ-ret-im /eğ-it-im dolaylı ve uzun bir bilgilendirme süreci...
 
Ama şu bilinmeli bu seslendiren “O”  (Ö) harfini saymaksak  (G) (Ğ)  Gayın  ve  ®  Ra harfleri oldukça esrarlı. (Ra) görme kökü, görme bilime kapısı.. idrak, irade, daire, irade hepsi R harfinden çıkar.. yani aydınlığın başlangıcı.  (G ) ise  aynanın aksinden, gayrın gaybına değin her türlü gariz ve garaz, gaflet ve galat, gasık ve gabi,  gavvas ve  gadab “gibi”  karanlık taraflara götürüyor.
Şimdi Arapça terimlerden  Türkçe anlamları nasıl çıkarıyorsun ve açıyorsan derseniz, bir üstelik terim ve anlam ayrı alanlardır bu bağı nasıl kuruyorsun diye yakınırsanız, size söyleyecek “ciddi” bir kanıtım yok. Ama bütün bilgilerin “oyun”dan çıkarıldığını da unutmayın. Hayat deneyimi oyun değildir ama onuy deneyimlerin en başında gelenleridir. Öylese oyun da olsa bu cerebut dünyanısın tecrübelerinden yararlanmayı deneyelim.
 
Öğrenme  adlarla olduğuna göre,  bilmeye araç ve gereç olan terim ve söz “ışığı” , hem örtmeye hem açmaya neden olacaktır. Zaten maddi fotonik Işık, hem aydınlılığın hem karanlığın nedeni. düşünsel obje ve fon oluşturan fonetik ışıkta paralel bir sonuç doğuruyor. Nasılk fotonik  “ışık” görmenin koşulundan biridir. (diğerleri cisim, göz ve beyin). Bilmeyi görmeye bu şekilde  benzettiğimiz gibi, fonetik ışık olan adlarda, bilmemizin koşullarından biridir. Böylece isim, hem ilmi hem cehaletimizi ortaya koyan bir şart olur. Görmeye, bilmeye kıyasladığımız gibi, bilmeyi de  inanmaya  kıyaslarsak, bu temsil ve teşbihlerle ilginç sonuçlara ulaşabiliriz..
 
Ama bundan önce şunu sorabiliriz, bilmenin ve öğrenmenin addan başka diğer koşulları nedir ? 
 
tecrid ve tesmiye öğrenmenin temeli.
Tecrid, tarif ve tezat ile yapılan soyutlamadır.
Tesmiye ise , temas ve temsil ile yapılan adlamadır.
O zaman talimin dört koşulu var;
ikisi, ismi oluşturan,
temasın resmi  ve temsilin remzi ismin
ikisi de tecridi oluşturan  tarif ikili ve tezat çifti.
Tarif,  anlam çıkaran fehm-sorusu
Tezat,  amaç çıkaran   fıkh-yanıtı.
O zaman
konuşmanın bir öğesi ve
düşünmenin bir birimi  olarak bir olarak
bilgi;
Adın somut çizgisini
indirmek ve bindirmek,
Tanımın soyutun uçlusunu
yüklemek ve çözmek, olacaktır. 
 
Yukarıda diziler bir şiir değil, biçimsel anlatımı kolaylaştırmak içindir. Bu anlatım, öğrenmenin yapısını anlamak için bir  kurgulama  bir deneyim  idi. Akşamda yaptığım bu tasarım yatsıda DEĞİŞTİ. Bana kızacaksınız ama  Unuttunuz mu ? değişimin öbür tarafı DEYİŞİM İDİ. Bu revizyonu bu düz yazıda göstermek yerine ekli “ilim” şemasında yapacağım. Bu değiştirme ve düzeltme işinde kolaylık sağladığı için şemaları tercih ediyorum. Sizde kullanırsanız düz yazının satırlarında sıkışmaz, şemanın satır ve sütunların  kolaylıkla dolanır rahat edersiniz.
 
**
Şu  açık ki,  düşüncenin kabli ve  fıtri, umumi ve külli müşterek bir kökeni var fakat ne kadar vaz’i ve sun’i bulunursa bulunsun, bütün dillerin dahi  evrensel bir kökü olmalı.. Hele dilin, düşünce ile yakın ilişkisini nazara alırsak  İster “ilim” sözcüğü ister “öğrenme”  kavramı, hangi dil ve kültürde olursa olsun,   hepsi bilme yumağının ve ilim düğümünün  bir tarafını tanımamıza ve adlandırmamıza, Dilin ve düşüncenin kökenine inmemize de  yarar. 
   Ancak bu örgüyü açma deneyiminde,  “doğru”luğun eğitim ve sınavına  dayanmak işimizi basitleştirecek, “gerçek”liğin  yönetim ve yarışına katlanmak yolumuzu kolaylaştıracaktır. Böylece doğruyu ve gerçeği öğrendiğimizde  İnşaallah iyinin ve güzelin “Öğretmeni” olacağız. 
 
İdrak ve fehim, an-lık ve anlamak-lık bizi her şeyin, her şahsın  adandığı anlamı ve edindiği amacı konusunda bizi sorgulayan yeteneğimizdir.  Hiçbir nesne ve hiçbir kimse kendini  bu sorulardan kurtaramaz.
Ni-çin (için ne:niçin ?)  ve ne-ye (ne yerden ne yere ?)  olduğunu anlamadan;
Amacının ne olduğunu sormadan;
Ne-den (eden ne:neden ?) ve na-sıl (asıl ne ?)  olduğunu açıklamadan;
Anlamının ne olduğunu aramadan;
önce öğrenmenim tanımını oluşturan  iki yanın  ve  dört etkinliğin  genel bir  betimlemesini yapalım:
DEĞİŞİM, etkileşim ve iletişimdir.
Etkileşim, (müessere) sürekli bir tanımadır.
İletişim, (muhabere) almaşık  bir bilmedir.
DEYİŞİM, düşünme ve konuşmadır.
Düşünme (tefekkür), kesintisiz bir arayıştır.
Konuşma (tezekkür), karşılıklı bir yakınlaşmadır.
 
Şimdi ilmin bir başka yönüne bakıyoruz. İlim, marifeti  fark etme ve kıymetin kadrini bilmedir.
 
Tefrik etme  (ayırtına varma) özgür bir marifetle sonlanır. Takdir etme (değer biçme)   ise içten bir muhabbetle.  Öğrenme,  bu ayırt etme (karşıtıyla fark edip şuuruna varma) ve değer verme (yokluğuyla kadr edip kıymetini bilme)  ile başlar. Biz bir şeyi izafiyet aynasında  karşıtıyla ayırt ederek tanırız, o şeyin değerini,  nisbet ipinin kesilmesinde  yokluğuyla anlarız. 
İşte birisi nazari temsil ve diğeri ameli tecrübe.
Ancak bu tanıma yaşantısı  ve anlama deneyimi,  sürekli etkileşim ve iletişimle gerçekleşmektedir. Bunun adına dahi deneme-yanılma, araştırma-geliştirme demekteyiz. 
Nesneleri,   adlarla (isimlerle)  tanıma  değişen canlı bir süreçtir.
Kavramları,  tanımlarla (tariflerle)  anlama gelişen diri  bir işlemdir.
Terim,  tümce ve söz “dil birimleri”  ve kavram, tanım ve önerme de “düşünce bölümleri”dir.
 
Bir başka açıdan düşünmeyi ele alalım:
Her türlü;
analiz (çözümleme/:tahlil) ve sentez (bireşim/:terkib);
tümevarım  (istintaç/istihrac)  ve tümdengelim (istikra/istinbat)
işlemlerinin dayandığı  teşbih, temsil, izah, irca gibi
mukayese (karşılaştırma) ise esemeler
“usavurma bütünleri”dir.
 Hatta esinlenme, sezinleme de belki us-vurma=es-e-me’ye  katılabilir.
Karşılaştırılan kavramları ne yaparlar ?  Hocaya sormuşlar hocam eski ayları ne yapıyorlar ? Mübarek demiş, kırpıp kırıp yıldız yapıyorlar!  Şimdi sizde sorabilirsiniz, karşılaştırılan kavramları ne yapıyorlar ? Ortalığı dağıtmayacağım, ben. Derim ki terkip (tamlama), tasnif (bölümleme),  tertip (kesimleme), telif (anlatım) yapıyorlar. Demekki mukayase (tahlil/analiz)  ve tasnif (terkip/sentez)  aklın iki temel fonksiyonu! 
 
“Çalışmayan”  akıldan dolayı dil donduğu ve düşünce durduğu  zaman, bu birim ve bölümlerle,  dile ile  gerçeklik, düşünce ile  olgu ilişkisi kurulamaz. Bu nedenle  bireylerde  topluma ve zamana;  toplumlarında dünyaya ve  evrene uyum kabiliyeti düşer. Kendini tanımayan  bireyler ve haddini bilmeyen toplumlar zamanın değişim ve gelişimine intibak edemezler. Bir dostumun (Abdurrahman AYTEKİN)  güzel bir sözü var: “Kendini bil, haddini bil ve değişimi kavra!”  Her halde ilk ikisi marifetle, sonuncusu da ilimle ilgili.  
 
Öğrenme istemi ve aydınlanma dileğii, “taleb-i ilim” den ve “murad-ı irfan”dan ortaya çıkacaktır.. Öğrenmeden bilgi ve bilgiden sevgi doğar. Bilgi, merakın karşı-konulmaz  aydınlanma şevkidir. Sevgi ise aşkın dayanılmaz ışık arzusudur. Bunlar, iyilik güdüsü ve güzellik dürtüsüdür. Fakat zamanla karartan gaflet ve gabavet,  (zeka düşüklüğü) talebe-lik ezbercilikle özdeşleşmiş. Keza körelten ülfet (alışkanlık) ve ünsiyet,  murid-lik taklitçiliğe dönüşmüştür.   
Oysa  “talebelik” yada “müridlik” pasif bir öğrenme  yada edilgin bir bilgilenme  değil aktif “tanımlama isteği” ve etkin bir “tanıma dileği”dir.  Belki de öğrenci ve öğretmen,  bu öncü “ÖĞREN-İ-Cİ-LİK” ve  örnek “ÖĞRET-İ-Cİ-LİK” ile özgünleştiği ve özgürleştiği zaman , öğrenmeyi öğrenme, öğrenilmiş ve öğretilmiş olacaktır.
 
Şimdi biz öğrenme üzerine bir eseme (akıl yürütme) sürdüreceğiz, usavurmalarla dil gerçeğini “tanıma”ya çalışacağız ve düşünce tasarlama olgusunu “bilme”ye uğraşacağız.
 
  Sorarım size, düşünme ile düşünme anlaşıla bilinir mi ? dil ile dil anlatıla bilinir  mi ?
 Ve insan, insanı bile bilir mi ? kişi benini tanıya bilir mi ?
 Eğer monolog ise konuşmamız, hayır, değilse, evet.
 El elin aynasıdır derler. Ellerinizi yüzünüze tutunuz belki kendinizi görebilirsiniz. Ama başkalarını el! sayıyorsam; hala kendi kendimle konuşuyor,  hala kendime yabancı, hala monologumu sürdürüyorum demektir..
 
Şu da var ki öğrenme  adına yaşanan  gerçekliği, bulmak için , onu durdurduğumuzda yaptığımız  tanıma-lar,  sadece bir haritadır. Bilgilenme denilen  akan olguyu yakalamak için dondurulduğunda ,  kurduğumuz tanımlama-lar,   sadece bir fotoğrafdır... Ama ilim haritası  ve irfan fotoğrafı,  inzal rengi  ve  irsal boyası sürüldüğünde   canlanır.  
 
Etkileşim  adını verdiğimiz cansızlar arasında bile süregelen ve sevgiyle yürütülen fizik  çarkının,   dengelenme  ilişkileri etki ve tepki  alış ve verişlerine  yada öğe-ortam  giriş ve çıkışlarına indirgediğinde  elimizde termo-dinamik yasaların  boş adları kalır..  fakat inayet varsa  taallüm cehaletten kurtulur.
 
İletişim canlı ve cansız akıllı yada akılsız her varlık alanlarının   geçerli bir olaydır. Etkileşim fizik ilişkileri gösterirken iletişim psik ilgilere dayanır. Dolanım ve akımın düzenli olması iletişimin aşamalarının düzenli akımından  kaynaklanır. Eğer iletişimi,  zaman ve mekan kadrosunun bir  fonksiyonu olarak tanımlarsak, sibernetik dilini  psik bir makinesi  sayılır.. eğer   hidayet beyin denilen cesedin  makine merkezini  özgürleştirirse  taarrüf inkardan sıyrılır. 
 
Düşünme denilen ayıracı sözdiziminin kalıplarına sıkıştırdığımızda, yaptığımız “çeviri” (terceme) ile  karşımıza çıkan  semiotik yasalarının kuru bir iskeleti olacaktır.. Amma halis bir tefekkür nübüvvetle beraber canlanır.
 
Konuşma adını verdiğimiz bütünlüklü işlemi anlama  adına, ilmin masasına yatırıp onu parçalara ayırdığımızda,  yaptığımız “eviri” (tevil) ile  sadece diyalektiğin  anatomisini buluruz.. Buna rağmen nazar ve niyet hasbilik taşıyorsa tezekkür tekellümü bulur.
 
Ama buna mecburuz: canlılığı anlamak için fizyoloji uğruna anatomiden, anatomi uğruna fizyolojiden vazgeçmek  zorundayız. Çünkü kalıbın yetersizliği kalbi köreltir. Kalbin vüsati dahi kalıba sığmaz. Bu nedenle de  gör-ün-me ve gös-ter-me birlikte ikisi gerçekleşemez! Birini öne almağa (obje) , öbürünü gölge de bırakma (fon)  zarureti var.
Şimdi, bu;  de-ğ--im ve de-y--im  şu, de-me-k (O)-luyor ki ;
Biz, varlıkları ve olayları  anlamak  için onu yapı ve işlev olarak iki yana ayırırız.. Dil varlığı ve düşünce olayına da  aynı işlemi uygulamaktayız.
 
 
 (Buradaki çeviri ve eviriye ilişkin felsefi tartışmaya (“y-ı” yazacağıma “y-a” yazmışım. Ne’yi AT-LAT-MIŞIM. Taksit-atlat reklamı bu terimi ne kadar da  gerçekçi seslendiriyor… At-ı atlatır gibi tasit atlatıyor..  ismin (ı) yalın-özne  hali ile (a) ekli-nesne yüklemi etkiliyor ve anlamı değiştiriyor. Bir dizimsel-biçimsel yanlış, benim anlamsal-tasarımsal amacımı örtüyor, saptırıyor. Bu size olağan geliyor mu ? gelmiyorsa aşağıdaki FIKRA ( ya )   atlayabilirsiniz: Burada kadar yazdıklarımın  genel olduğunu düşünerek “biz” takısı kullandım. Şimdi-burada yaptığım kurgulamaların özel ve öznel olduğunu düşünerek “ben” takısı kullanıyorum. İşte kurgularım:
 
Düşünce eğer benim düşüncemse, düşüncemden başka ve  dışında bir de dünya varsa düşüncem; bu varlık/olay yada yapı işlev  ayırımından dolayı, düşlerimi, dış dünyayı   nesnelerin GÖRÜNTÜLERİ  ve kimselerin GÖSTERİLERİ,  iç yansımayı da amaç GÖRÜNGÜLERİ  ve anlam  GÖSTERGELERİ olarak ayırıyorum.  “Dışı-m-daki dünya-dır” ve “İçi-m-deki yansıma-dır.” Diye hem adlandırıyor hem tanımlıyorum.  Dış dünyadaki harici hazır asarlara  (iz-lere)  biçim, diyorum; iç yansımadaki dahili  hatır hayallere im-lere tasarım diyorum. Dışarı-içeri, İz-im biçim-tasarım dünya-yansıma...  Bu biçim ve tasarımlarla  dünyayı ve kendimi  öğreniyor ve biliyorum; göz-e ve gör-ü-nene  ilişkin bu  hikaye ne kadar hakikat “.. Göz ile görünen arasındaki “gözlük” lerin teşhisi kadar her halde! Yani bilgimizin ne kadarı dolaylı ne kadarı dolaysız olduğunu “bilebildiğimiz”  ölçüde  yakinimiz artacaktır.Fakat bu bilebilmedeki dolaylılığı nasıl kaldıracağız ?  Bütün silsileler batıldır dersem aklımız  atıl bırakmış olmayacak  mıyım ?   O zaman bu sorunu burada dondurup-paketleyip bırakıyorum. 
 
Dış dünyanın varlığına bir kere  kani olduktan sonra devam edebilirim:
 
Dış dünya da g-örün-tü (rüyet) nesnel biçim, g-öster-i (riya) de kimsel biçim diyebilirim. Sıra iç yansımaya yani yansımama geldi: g-öster-ge (işaret) çevrilen yani tercüme edilen  tasarımlar, g-örün-gü  (delalet) evrilen yani tevil edilen tasarımlardır. Arada şunu ifade edeyim ki “gösteri”yi gösteriş (mürailik)  ve sergileme (teşhir)  ten ayırmak üzere GÖSTER-TE  olarak karşılamak isterdim ama “ Galat-ı meşhur  fasih-i mehcurdan evladır” (yerleşmiş yanlış kulanım, terkedilmiş doğru kullanımdan üstüntür) kuralınca dış dünya ile ve bu arada dil ile çekişmemek için gösteri-te yerine yine  gösteri terimini kullanmaya devam ediyorum. Bu baş eğiş, bu geleneğe bağlanış yaz ve kış  gelince giysiyi değiştirmek kolay ve doğal gelirse, sürekli ve yürürlü  durum olursa ne olur ?  Ama baş eğmez de geleneğe karşı çıkarsam ve bunda da başarılı olursam  bu sefer içimi dışa yansıtmak olmaz mı ? Önder ve öncülerin yaptıkları belki de bu değil mi dir? Bu sorular arada kafanızı karıştırmak için değil kafamın karışıklığından çıkan sorulardır. Ne ise devam edelim! Gösterişi (haksız müraliği)  gösteri (haklı riya) den ayırıyorum. Bir çizerin yaptığı gibi içimden bunların  hepsine abartarak  “YORUM”   demek geliyor ama tefsir (yorumlama) tevil çeşitlerinden sadece birisi.  Tasvir, irca ve izah gibi başka evirme türleri de var. (Tefsir/Yorum) Fasarya bunların en kabası. Onun için her şeyi yorum saymak haksızlık olur. Hem onları da yorum saysak bile bu gibi yorumlarla  diğer insanlarla  bal gibi konuşuyoruz bazen anlaşamasak hatta kavga bile etsek dahi bir araya hâkimleri ve hakemleri koyarak anlaşıyoruz. Demek o zaman, ancak  bana ilişkin, bana öznel,  sadece benim  düşlerim değil bunlar, afaki ve objektiftirler.  Benim enfüsi ve  subjektif katkılarımdan başka ortak katılımlarda var. Kültür-ü-m  yani kültür ve ben, birlikte ibare (ibret) ettğim “gerçeklikleri”, sadr-ı fuadımdan yansıttığım yani   ifade  ettiğim temsiller, “bilgilerdir” diyor ve bunları birbirinden ayırı-yorum.-Yine yorum çünkü yine yukarıdaki tercüme-tevil ayırımını yeniden ve gerçeğe biraz daha yakın ve kullanışlı olarak BELAG şemasında  yeniden yorumladım. Daha önce de başka düşünüyordum, daha sonrada büyük bir olasılıkla başka düşüneceğim. Diyeceksiniz ki kardeşim güzelce düşündükten  ve iyice emin olduktan sonra,  son kararını ver ve konuş! Son kararı vermeyenler sussunlar demek istiyorsanız, eğer böyle olsaydı konuşacak kimse bulamazdınız. Çünkü kimse konuşmadığından düşünecek kişiler kalmayacaktı. Demek dış dünya sadece benim hayallerimden ibaret değil. Yukarıdaki tekbenci’lik kanıtlarına rağmen, biricik ve tekil gerçek ben olmama rağmen  yine genel, tümel ve nesnel konuşma alışkanlığımı sürdürüyorum.)
 
 Keza semiotik dilini   elde etmek için, onu iki kısma bölüyoruz. Sentaks (Beyan)  ve Semantik (Maan) olarak:
 Semantik boya  için sentaktikten dokudan, sentaks ışık uğruna  semantik renkten  vazgeçiyoruz. Dünya monitörü gibi bir tarafa aydınlanırken öbür taraf kararıyor.
 Başka bir anlatımla, mana tecellisi uğruna, lafız tezahüründen vazgeçiyor, beyanın temsili  uğruna maan’ın tahakkukundan  ödün veriyoruz. Aynanın iki yüzü gibi bir taraf sırlı iken öbür taraf parlak oluyor.
 
Sözdizimselliğin biçimini ortaya çıkarmak için anlambilimselliğin tasarımını  örtüyoruz. Anlambiliminin suret-i  haddini   anlamak içinde sözdiziminin şekl-i hattını  bir kenara bırakıyoruz... Ama ilginçtir bunun farkında değiliz.. çünkü ülfete dönüşen itiyat bunu bize unutturur. Düşüncenin “tasarımı”nın birde “biçim” yapısı olduğunu yabancı bir dille karşılaştığımız zaman anlarız. Örneğin ingiliz dilini hiç bilmiyorsak ingilizce  kitap karalama kalır , ingilizce konuşma bir gürültü olur. Yani anlamsız biçimler,  “tasarımlar”ı örter. Halbuki yabancı dilde karşımıza çıkan ve ana dilimizde unuttuğumuz bu biçimler, bu refleksler, bu koşullanmaların en basit   öğrenimi işinde bile,  ne kadar  çok çaba ister ne kadar çok  emek ve dikkat sarf ederek öğrenmiştik… .
 
Bu dil (biçim)  ve düşüncenin (tasarımın)  birbirini örtmesi, görüntüde;  ayna yapısı  ile  aks işlevi olgularını birleştirme hatta özdeşleştirmeye benzer. Bilgide  Bilen  ile bilinenin yanların unutulmasını andırır. Burada bazı ayırımlar yapacağım: Malumun mechuli ve nisyanı, bilinenin bilinmemesi ve unutulması) örnekleri: örtme (SETR:ketm-sedd) perdeleme (BERZ:obje-fon), Keza  mananın  lafızda zamini ve kelamla nakli,  (anlamın   saklanması ve taşınması)  misalleri: gizleme  (HIFZ:zebr-zamr olayı ), (GAYB:sırr-ihfa). Bu iki olayı birbirinden ayırmak lazım. Keza  “şuuraltı”  gibi (bir aysberg gibi, bilgi dağının su üstü nefis adası altında akıl, kalb ve ruhtan müteşekkil öyle büyük bir “dağ” var ki bu dağı evrene benzetmeye düşünebilir hatta özdeşleştirmeyi umabiliriz.)   benzeri olaylardan ayırmak lazım. Kıratla (okumayla-birikimle) bulgulardan buluşlara geçilmesi, kalemle  (yazmayla-deneyimle) bilinmeyenlerin bilinenlerden çıkarılması… bunlar öğrenmede  bu dar yerimize habs  edilemeyecek önemli başka ayrıntılar.  (2)
 
 
Öğrenirken biz biçim ve tasarım ayırımı yapmıyoruz. Terim ve kavram birbirinden ayırt etmek uzmanlık ister. Günlük dilde değişken ve değer ayırımı  pek yapmayız. İmgeyi  kavramla karıştırmayan insan sayısı azdır.   Doğal ve toplumsal ortamda  ana dili ve temel düşünceyi birlikte elde ediyoruz. Konuşurken dil, düşünürken  de dil kendini göstermez. Ama değişim ve deyişimin ortak “de” birikimini  “iş”  deneyimini  taşıdığımızdan, taşıdığımız bu yükü araştırdığımızda yada bir bilimde uzmanlık kazandığımızda “terimler” (istilahlar) oluşturmaya başlarız. Değişkenler ve değerler birbirinden ayrılmaya başlar. Artık bazı kelimelere günlük dil dışında özel anlamlar vermeye başlarız.  Öğrenmenin oluşumunu öğrenmek için “öğrenme”yi,   tanımlamadığımızda yada kurguladığımızda,  onun bir biçim (beyan/sentaks) birde tasarım (maan/semantik) tarafı olduğunu anlıyoruz.
 
Ana (ulusal)  dilden ve temel düşünceden başka diğer ulusal  dilleri, aletleri, yolları, usulleri, içerikleri öğreniyoruz: Bu noktadan sonra şunu da görüyoruz: biçim tasarım doğuruyor, tasarım biçimi doğuruyor.. hatlarla gerçeklik imgeleniyor, hadlerle imgeler gerçekleniyor.. dil düşünceyi yazıyor, ifade ediyor, düşünce dili okuyor, ibare ediyor… düşünce fâni ediliyor.. hakikat insan mantıkiyle nutka geliyor, inşanın meşieti hakikatle gidiyor.. insan feda  ediliyor. Hasılı; izler imleniyor, imgeleniyor, imgeler simgeleniyor.. simgeler belleniyor, bellenen bildiriliyor, bildirilen biliniyor.. bellek ve bilek aygıtları, evren ve kitap kaynakları, yöntem ve biçem araçları… Bu düğümleri   felsefe birer birer akılla çözmeye, Bu karmaşayı  din  kalble açmaya çalışıyor..  Akıl ilkeleri ve  insan ülküleri, evren verileri ve insan bulguları elbette kolay çözülmez.  Dil ve düşünce, süre ve uzam, anlam ve amaç, varlık ve olay, yapı ve işlev;  bütün bu indirgemeler..    başlama ve bitme aşamaları, öğrenme ve bilgilenme  yanları ve yönleri,   standart ve patentle bir süreçleri, sorum ve çözüm bir işlemleri; bütün bu betimlemeler.. genişleyen ve ilerleyen dil ve düşüncenin kilidini açmaya ve zembereğini bulmaya çalışıyorlar. Çağdaş felsefeyi takip ettiğinizde,  sizin bu konuda arka-planınız oluştuğunda sizde bu tartışmaya katılacaksınız. Bu bir nevi insanın insanı açması, belki insanın  kendi kendisini  açmaya çalışması gibidir.. Ama bu uzun bir yol,  şu da var ki eğitim sistemi ve kültür ortamı bir gün  yapacak bu yola kısaltacaktır.
 
Amma aceleniz varsa size daha kısa bir yol önerebilirim. Hem acele de etmelisiniz. Zaman her zaman aleyhimize çalışır. Hatta hiçbir şey yapmasa da  bizi ecele her saat her gün her yıl daha da yaklaştırdığından yolun kısalmasını beklemeden acele ederek lehimize çok şey yapabiliriz: Bunlardan biri de yüzümüzü aynada görmek!
 
 Başkasıyla konuşurken onun yüzünü görür kendi yüzümüzü görmeyiz. Söyleyen dilimiz ve dinleyen kulağımızın farkında bile değiliz. Ama aynaya karşı konuşursak yüzümüzün, dilimizin ve kulağımızın farkında oluruz. Aynen öylede, insan sadece kendi dilini bildiği  ve yabancı bir dil öğrenmediği zaman ne “dil”in nede “düşünce”nin farkında olur. Bunları birbirinden ayırt edemez. Ama yabancı dil öğrense, bir ayna bakmak gibi dili ve düşünceyi görür. İnsan gördüğü şeyi öğrendiğinden dil ve düşünce vasıtasıyla öğrenmeyi de öğrenir. O zaman  çağdaş felsefeyi takibe imkan ve zamanınız yoksa, yabancı bir dil öğrenerek,  öğrenmeyi öğrenme kısa, verimli ve yararlı bir yol açmış olursunuz. Hem bu yol, sadece hakikate değil menfaate de götürür. Çünkü bu asırda geçim yarışının önemli koşullarından biridir yabancı dil.
Eğer müslüman iseniz zaten, yabancı dil olmayan hatta  yüksek soyunuzun  dilinizden daha yakın olan yüce dininizin  dilini öğrenmeliniz. Bir söz ki iki ana amaç için söylenir, ya bir şeyi bildirmek istenir yada bir şey yaptırmak istenir. Şimdi siz Fatiha ile sorduğunuz ve zammı sure ile ne cevap aldığınızın farkında değilseniz sözün bu temel işlevinden yoksunuz demektir. Siz namazda  Olağanüstü Açıklamaları Okumakla görevinizi yerine getiriyor ama dil bilmediğinizden iletişim kuramıyorsanız;  yararını ve coşkusunu bulamıyor, bolluğunu ve tutkusunu yaşamıyorsunuz demektir. Bu az bir kayıp aynı zamanda az ayıp değil her halde..   
Bir yabancı dil bilmeyen, sadece o dilin harf yada sadalarından ibaret MADDE’sini bilir. Kutsi bir mahiyeti yoksa onun için,  yazılar karalamalar sesler gürültülerdir sadece. Yabancı dili az bilen isim ve fiilleri, özne ve yüklemleri ile tümceleri ayırt eder. Dilin bazı sözlerini çevirebilir, bazıları çeviremez. Üçünü derecede, tercümanlık (sözdizimlsel çeviri)  ve mütercimlik (anlambilimsel çeviri) yapacak düzeyde olanlardır. BEYANI açıklayan  tercüman, dilin belirtileri olan rakam ve harfleriyle uğraşır. Daha üst düzeyde olan ve MAANI anlayan  mütercim ise, dilin simgeleri olan kök ve ek sözcükleriyle  uğraşır.  Ama her ikisi de dili “hece” leri tanır. Ama dile hâkim değildir. Dördüncü  seviyede,  yabancı dili  ana dili gibi konuşacak ve düşünecek seviyede dilin fehmiyle  ve fıkhıyla MANASINI bilinler gelir. Şimdi kitabının n dilinde  bu seviyelerin birinde bulunmak müslüman için büyük bir mutluluktur. Çünkü orada yaratanı ile yarenlik eder. Bu seviyelerin en altı olan maddesini bilmek ve kitabını yüzünden okumak bile büyük bir bahtiyarlıktır. Çünkü dilin manasını maddesi taşır. Naklin  maddesi ve manası, aklın dili ve düşüncesiyle iletişim ve etkileşim kurduğunda,  öğrenme yolunda ömür günlüğünüzün  yazarlığını başlamışsısınız oluyorsunuz.
Hele birde bilgisayar kullanıp, hele bir de bir proğramlama dili öğrendiğinizde artık sizin hızlı bir koşunun ucu görünmüş olur. Artık zamanı kısaltacak araçları edinerek  onunla yarışıyor olacakısınız. Zaten bu ve sonraki  yıllarda başka türlü ayakta kalmak mümkün olmayacaktır.. Bu treni siz kaçırdıysanız, bari çocuklarınıza kaçırtmayın. Yaşlıysanız sizin için azalan zamandan dolayı belki hıza çocuklarınızdan daha çok ihtiyacınız var demektir. Bilgisayarı öğrenmekle geçireceğiniz altı aydan sonraki zaman, belki geçmiş altmış yıldan daha bereketli bilgilere ve sonuçlara ulaştıracaktır. Belki altmış yıllık, bilgi, birikim ve deneyim; bu hızlı, kolay ve ucuz araçla, size ve başkalarına daha yararlı ve karlı hale gelecektir. Çünkü bu, ilk oku emrine uyarak,  öğrenmenizi canlı  ve gelişiminizi diri tuttuğunuzun ve aynı zaman beşikten mezara kadar “bilgilenme” farzını yerine getirdiğinizin resmidir.   
.   
Öğrenirken, yaptığım bir kurguya göre, hem düşünerek  aklın delaletini (görüngüsünü)  tevil (evirme yani tahkim, teşbih, temsil ve mecaz) ederiz. Hem konuşarak  naklin işaretini (göstergesini) tercüme (çevirme yani tasvir, irca, tefsir ve izah) ederiz.
 Fakat bu iki yandan  birisini yaparken diğerini  “göz arda etme”  zorunluluğu duyuyoruz. Dikkat ediniz ki yaptığım, sekizi bir diğer sekizi öbür cümlede olmak üzere on altı,   tanımlar öznel ve tartışmaya açık. (Artık deyişim de değişime alıştınız sanırım şimdi yine değişim karşısındasınız. Zaten yazının başında demiştim siz benim dır-dır-larıma, ir-ır-larıma bakmayın. Nitekim kendi yaptığım revizyona -düzeltmeye- göre “düşey” hakikatlerin işaretlerini tercümede ve mahiyetlerin delaletlerini tevilde,  kullandığımız “yatay” mantıki tefsir ve riyazi temsile göre yukarıdaki kurgulama tamamen değişmektedir. Belag   adlı şemaya bakınız.) 
 
Başkalarının  deyişim-ler-in de ki değişim-ler de az-çok böyle, - isterlerse itiraf etmesinler bu böyledir onlar düşüncelerini değiştiri-yorlar ve geliştiri-yorlar -  İnsan düşüncesinde evrimden dolayı fen ve  sanat, hukuk ve hikmet yetke ve otoritelerin katkılarıyla değişir ve gelişir. Yoksa standartları patentler takip etmezdi! İnsanlar her iş, işlem ve işletimlerini  tam ve tüm bir standardizasyona bağladıkları zaman  bütün çekişmeler sona erer ve hür türlü kargaşa biter. Bu çok zor. Zaten gerçekleşse  yaşamın  çelişkisi bitince yaşamda durur. Terslik, karşıtlık ve çelişki,  savaş ve barışla yürüyen yaşamın kanunudur. Gerçeğe ulaşmak için mecbur olduğumuz ve yukarıda sıraladığımız “iki yana yaslanmalar” bundandır.  Bu olan bir “normal” durum Amma bir de bunun  dışında, bilerek yada bilmeyerek,  herkes kendi kemanını çalmıyor, başkasının  borusunu “öttür”meye çalışıyorsa oluşan tutarsızlık, aykırılık ve çatışma  bir   dinleti değil gürültüdür. Ne zaman patenti destekleyen bir standart yoksa ortaya böyle her zaman uğultu çıkar, seyirciler de rahatsız olur..
 
 Öğrenirken,  aklın ve naklin tearuzunu önleyemiyoruz. Ücretin ve hizmetin muarazasına engel olamıyoruz. İşte sol ve sağ yana yaslanmalar, garb yada şarka çekilmeler  bundandır. Felsefe ve dinin çatışması dahi  bundan doğar.. illeti ve akibeti uzlaştırmaya ve  izafeti ve ıtlakı barıştırmaya çalışıyoruz.  
 
           Hasılı öğrenirken etkinliklerin iki tarafı aynı hiçbir zaman biraya getiremiyor, birlikte tutamıyor, beraber bulunduramıyoruz. Başarılı olmayınca vahdeti ve selameti bir yana çekilmekte, felsefenin soluna veya sağına   veya  dinin garbına veya şarkına   yaslanmakta buluyoruz. Bu geçici ve kandırıcı  çözüm. Kalıcı ve kanıtçı  çare var mı ?
 
Hazır bir sistem bulup rahatlamak, yapılmış bir çözüm görüp dinlemek “İSTEMİYORSANIZ”  Bir önerim var.. Öncü ve  Kant’çı bir hitap..  Önder ve  Kur’an’cı  kitap.. Külli ve cüzi “alanlar”ın ayırtına varan,  sıdk ve şüphe “yöntemler”i ayıran usul... işte adresi:
 
  www.geocities.com/osmanziya
 
  www.yontembilim.com
 
 
Ama artık aramaktan “bıkmışsanız”, bulunan geçici ve kandırıcı çözüm sizi “doyuracaksa”, elbette  beğendiniz bir ayakkabı  yada hoşlandığınız bir gözlük gibi, size uygun bir yol, size  uygun   yöntem de bulabilirsiniz.  Yol ve ayakkabı, gözlük ve yöntem arasında bir fark görmüyorsanız rahatlarsanız, görüyorsanız çaresiz  arayacaksınız, çünkü içinizdeki yare size durdurmaz..
 
 
  Nasıl “Ömür biter yol bitmez”  ise bunun gibi   “Marifet biter, taallüm bitmez” diyebiliriz. Çünkü;  Bilgi meyvesi yenilenir ve fakat  eskir, öğrenme ağacı yinelenir ve fakat tazelenir..  Bu nedenle geniş zamanlı  genel ve kesin  bilgilerimizi içeren  anlatımlar çoğu zaman düzeltilmeye muhtaç kalır.
 
Şunu da unutmamak lazım: Her şeyi sonuna kadar tartışmaya açmak,  kadar,  her tartışmadan kaçmakta,  hastalıklı bir durumdur. Bu iki aşırı uç yanında herkesin “tartışamaya” açık ve kapalı alanlarını duyarlı ve özenli bir şekilde seçiminden yana olmak hem aklın doğasına aykırı değildir, hem seçim özgürlüğüne uymaktadır. Çünkü aklında değişmez ilkeleri, kalbin sürekli ülküleri var. Bir de buna dinin  yani naklin  muhkem “salt”  bölgesine  ve aklın zorunluluk belirten “gereklilik” alanına ilişkin olmayan inançlarını eklersek, herkese, pergelinin sivri ucunu koyacağı bir zemin hakkı vermiş oluruz. Yoksa doğruluk ve gerçeklik arayışı, zorunluluk ve gereklilik dayanağı  olmadan  her kafadan bir ses çıkmasına,   eleştiri de  denmez. Böyle   tartışma da  olmaz. Olsa olsa egemen din ve  sistem, ideoloji yan yana ontolojik bir dizimi, geçerli ve yürürlü doğma ve paradigmaların kronolojik ard arda bir sıralaması olurdu. O zaman hakikati hikaye ve teliflerden ayırmanın imkanı olmaz, hakkı rivayet ve dirayetlerden ayırt etmenin bir yolunu bulamaz, lafzı ve remzi kelamdan temyiz etmenin , temsili ve tefsiri ilimden tefrik etmenin ölçütünü koyamazdık.
 
Zaten yöntembilimi anlamayan ve bu yüzden kullanamayan bazıları, yöntembilimsel ve biçimsel kurgularımı,  gerçeklerden uzak, şahsımın  bilgi “zenginliğine” dayanan rastlantılı bağlamlar olarak görebiliyorlar. Tevazu göstermiyorum, gençliğimden beri okumama rağmen birikimin normal kültürlü bir insanın okumasından fazla olamaz. Yöntembilim çalışmaları yüzünden okuma özürlü olarak ta sayılabilirim. İtira ediyorum; genel kültür yönünden ortalamanın bayağı altındayım. Benim şemalarıma kurgulama ve uydurma  ayıp olmazsa ve dobra konuşan kimselerse “düzmece” diyenler;  kendilerinin içerikli bilgilerinin de böyle düzenler ve dizgeler olduğunu, günlük yada bilimsel bilgi seviyesinin üstüne çıkamadıklarından, göremiyorlar. Oysa  genel geçer seviyede yapılmış genel  evren tasvirlerinin bilim tarihinde üç kez revize edildiğini (yer merkezli, güneş merkezli ve merkezsiz izafiyet kuramlarıyla)  hatırlasalar bana hak verecekler. Demek her yorum, her kurgu, her görüş;  nesnel ölçüm ve  veriler yanında kimsel ilke ve ülkülerde içerirler. Ama tamamen düzen-leme ve dizge-leme, uyar-lama ve tutar-lama değildir. Çünkü zorunlu tümel ilkeler, gerekli genel ülküler ve salt ortak inançlar vardır. Tek-benci bir dünya ile yetinemeyip  ve şuur aynamızdaki  yansımaya sığınıp kurutulamayız.
 
İlkeler, ülküler ve inançlar dışında, izafetleri belirten dır’lı-değil’li total (tümel) tümcelerin ve ir’li-yor’lu geniş zamanlı kategörik (kesin) yargıları  değişecek uçlar ve gelişecek noktalar olarak görmek gerekir.  Çünkü  makul yada muhal uçlarda yer alan mümkün kestirmelerin, muhtemel  yüklemelerin, takribi ve tahmini i sonuçların  ve  mütebeddil ve muvakkat hedeflerin hikayesi  bizi doyurmaz.
 
 
Veriler, bilgiler, tanılar, tanımlar;  birikerek ve birbirine eklenerek açılır ve genişlerler, çoğalır ve artarlar.. Fakat alışmışız bencil ve kesin konuşmaya, acele edip hemen kestirip atmaya.. İlkesiz verilenmeye.. gözlemeden yorumlamaya.. tasar yapmadan karar vermeye.. düşünmeden dile-getirmeye.. dinlemeden yargılama.. bilgilenmeden buyurmaya.. Elbette bütün bunlar kararsızlık, belirsizlik, kuşkuculuk, boş vericilik, umursamazlık değildir.. inançtan doğan ve yolumuzu çizen  kesin ve sarsılmaz ilke ve ülkülerimiz var. Fakat bunları   bilgilerimizi donduran  ve düşüncelerimizi kısıtlayan;  alışkanlık, saplantı ve önyargı gibi durdurucu ve tutucu etkilerden nasıl ayırmalı ? Belki de kuru, sıkıcı ve bellekçi  pasif öğrenmeden, duru, canlı ve işlemci aktif öğrenmeye geçmek çare olabilir. Hatta bu tür bir “aktif öğrenicilik”e yönelmek,  “öğrenmeyi öğrenmeye”  çıkmak için  bir çare bile olabilir. Ama en kestirme yol öğretmenlik ve öğrencilik sırrını çözmektir. Bileni ve bilmeyeni bulmak öyle zor ki! Çünkü bu yol, Sokrates’ın şu paradoksunda gizli;   “Bilmeyene öğretemezsin!
 
İşte kanıtı! Şer eksenin başı  olarak nitelendirilen bir insan  “Reform karşıtlarına meydan okuyacağız.Terörün müttefiklerine karşı duracağız. Dostlarımızdan daha yüksek standartlar bekleyeceğiz.” Diyor. Politik, ekonomik ve kültürel özgürlükleri ile basın ve işçi haklarının   ilerletilmesin stratejisinin takipçisi olduğunu söyleyen  kişi, “Ben Tanrı’nın bütün kalplere, özgürlük içinde yaşama arzusu yerleştirdiğine inanıyorum. Bu arzu on yıllarca zalimler tarafından ezilse bile tekrar ayaklanacaktır.” Şimdi bu sözleri, benim gibi  imzalamaz mısınız ? İnanıyorum ki imzalarsınız. Ancak.. ne demişti Ziya Paşa “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Demek ki “bilmek” (irfan) yetmiyor, yapmak lazım. Peki yapmayı nasıl “öğreneceğiz” (ilim). İşte bu yazının, bu konunun, bu konuşmanın  bütün derdi de bu. Fakat biliyoruz ki bilen, “konuşur”. Ben yada sen KİM  yapmışsa bilir, bilirse konuşur. Bu işte bütün sermayemiz dile-getirme ve düşe-götürme’lerimizdir. O zaman yukarıdaki ünlü “bilmeyene öğretemezsin.” sözü, “Tanımayana anlatamazsın ve yaşamayana aktaramazsın yada  köre gördüremezsin ve sağıra işittiremezsin” mi olur ?  O zaman sorun;  anlatmak, aktarmak, görmek ve işittirmek değil, problem; tanımak, yaşamak, kör olmamak ve sağır olmamaktır.
 
Gerçekten takipçi olmak ve hayır ekseninin başı olmak. Hayrı takip etmek. İşte bütün mes’ele “bu” nu yapmak.
Peki dile  getirmeyi unuttuğumuz ve  düşe  götürmeme  yanlışına düştüğümüz hayrın içeriği “ne” dir  ? yaşadığımız min’dir! 
Bize yalancılığı göz ardı etmemizi    ve gerçekleri  örtme yanlışımızı  takip eden   “kim” dir ? anladığımız men’dir!
İşte şu  min  ve bu men kim ise, biz o’yuz.
Daha da açarsam, (ben, sen ve o) kimseler ve (bunlar, şunlar ve onlar)  nesneler. En genel izafiyet ve bütün nisbetleri taşıyan bu nesne-kimse olgu ve olanaklarının üstüne çıkabilirsek, ki iman ile çıkıyoruz ve bu düşüncenin de  ve dilin de üstüne çıkmak demektir, işte o zaman,  sorunu çözeriz. VE o zaman,  zaman aleyhimize çalışmaz. 
 
İlim, görünene ve gizlenene ilişkin olmak üzere iki tabakalıdır. İlim, dünya ve ukbaya dönük olmak üzere iki cihetlidir.  Ama hangisi olursa olsun, bilme ve öğrenmenin değişimi ve gelişimi  üç aşamalıdır;  yapmanın deneyimi, bilmenin birikimi  ve konuşmanın evrimi.  

GİRİŞ