- Öğrenmeyi iğreti bir öğren-ci-likten yani sol “gericilik”
veya sağ “yericilik” üretme yerine öğreti türeten öncü bir öğren-i-cilik
düzeyine çıkarmak ikisi arasındaki “farkı” bilmeye bağlı. Bunun için ilim
(bil-me) ve irfanı (tan-ıma) birbirinden ayırt etmekle işe başlayabiliriz.
Malumat sahibi kimse ile arif kişi değil ilim ile irfan arasında ilk fark,
ilmin (bilmek) karşıtının cehalet (bilmezlik) irfanın (tanımak)
zıddının inkar (tanımama) olduğunu tespit etmekle başlayabiliriz.
-
- Arif şuur inkarını anlayarak, kaldırabilir. Alim zihin
cehaletini açıklayarak, giderebilir. Çünkü her şey zıddıyla bilinir. O zaman
bilme ve tanımanın temelinde anlamanın ve açıklamanın bulunduğunu
söyleyebiliriz.
-
- Bir mantık hocası, tümel ve tikel örnekleri verirken, bazı
politikacılar yalancıdır ve bazı yalancılar politikacıdır diyerek olayları
kişiselleştirmiş ve kimseleştirmiş. Alim kimseler ve arif kişiler demek
suretiyle insanları derecelendirmek saygısızlığını göstermekten kaçınmak
istiyorum. Elbette bazı insanlar alimdir, bazı insanlarda arif, bazı insanlar
ikisi birdendir, hem alim hem ariftir, bazı insanlarda ne alim ne de arif,
ikisi de değildir. Dünyada beşer suretinde görülen insan, bütün yaşam
tabakalarını havi ve tüm şuur katlarını cami yüksek bir yaratıktır. Büyük Bir
İnsanlık olan İslamlığa yükselmesi içinde kendisine idrak ve irade yetenekleri
yüklenmiş, ilim ve irfan kaynakları verilmiştir. Elbette onu bir yanıyla ve
eksik kanadıyla göstermek ona saygısızlıktır.
-
- [İlim ve irfan bir veri kaynağı ise bu verileri işleyen bir
işlemci vardır ki bu çekirdeğin kutupları: Nefy (nkz) ve reddi (nkf) içeren bir
SELB (yadsıma) , ispat (sdk) ve kabulü (lzm) içeren bir İCAB (gerekseme)
yani “lâ” ile yadsıyarak olumlamak, “illa” ile benimseyerek olumlamak iki ayrı
“yan”dır. Bu yanlar emr-i bir
mar’uf ve Nehy-i anil-münker ile işler. Fakat bu işlemden önce aşağıdaki denklemleri çözmek gerekmektedir:
-
-
< = >
-
- / +
-
-
SAYI --- SÖZ
-
kem --- kyf
-
-
0 / 1
-
% --- #
-
-
Bu kökleri ve terimler,
içeriksiz dil kostantları ve düşünce değişmezleri yani felsefi ve dini
olduğu için bu biçimsel simgeleri içeriksiz yazıp tartışma dışı bırakıyorum.]
-
- Buraya kadar yaptığımız çözümlemelere göre,
öğrenme
yeteneği (idrak-i ilm istidadı ve irade-i irfan kabiliyeti) hem bilme
(ilim) hem tanımayı (irfan) içeren bir etkinlikle açıldığı olarak
varsayılırsa, bu yaklaşıma dayanarak, “taallüm”ün (bilgilenmenin) sonra,
“taarrüf“ (tanımanın) önce geldiğini kabul etmek gerekir, diyeceğiz. Ve
çelişkiye düşeceğiz.
- Ama yakından bakalım. İlim ve irfanı Hem… hem… diyerek
eş
zamanlı saydık sonrada bunlara öncelik ve sonralık vererek art
zamanlı tanımladık. Mantıken de tutarsız olduk.
- Ama şu olguda var; İlim nesnel olarak “benzeri ve
başkayı bilmek”, irfan öznel olarak “kendini-benini tanımaktır”. Ben beni
bilmezsem-tanımazsam (teşhis) ö-teki-leri (benzer yada başka nesneleri ve
kimseleri) ve bu arada seni nasıl bilirim-adlandırırım (tesmiye).
- O zaman eş zamanlı bulunursa ilm ve irfan ise, ancak ard
zamanlı önce teşhis sonra tesmiye olursa çelişki kalkar mı ?
- Türkçe de teşhis (tanı) ile tarif (tanım) aynı kökten ve
aynı olaylarmış gibi anlaşılır. Gerçi kişileştirme de somut örüntü görerek
bilme; tanımlama da ise soyut örgü anlayarak bilme; olarak birbirinde ayırt
(fark) etsek bile sonunda yine insanın tanımlanamaz ve bilinemez “öğrenme”sine
ve “bilme”sine gelip dayanırlar. Ama biz bu kadar veri, bilgi ve yorumla bu
çelişkiyi kaldırabiliriz. En azından dilbilimsel incelemede temel araç olan, “eş-zaman
dikey ve ard-zaman yatay” soyutunu gördük. İleridi eş zamanı hal ard
zamanı kal ile somutlaştıracağız. Demek ard zamanlık havl-i kali söz konusu
olunca önce marifet, sonra ilim gelir diyerek bu fıkranın penceresini
kapayalım. (paragrafı) kapatalım.
-
-
- Alim zihin kendini unutabilir ama arif gönül asla. İnsanın
sadece alim olanı çoğu zaman bencilliğinden “kendini unutur”. Diğerkâm
(insancıl-başkacıl) olmak, diyalektik yasa gereği, ben-i unutmamakla mümkün.
- Evet, nisyan (unutma) dan alınan insan kendisini unutkanlık
(sina) mezarına gömer, başkasını düzeltmeye ve düzenlemeye kalkar. Kendi
mizanından nisyan eder de el-aleme nizam vermeye kalkar! Aslında özüne
isyan eder ve çünkü kulluğu bırakır kullanmaya kalkar. İşte bu yüzden;
kendini bilmez ve bilgisi ve öğrenmesi kendini ve başkasına yararlı olmaz bu
nedenle de başkasına öğüdü ve buyruğu tutulmaz.
- İşte insan böyle kendinin marifetini unuttuğunda önce,
yukarıdaki yargının tersine, önce ilim, sonra irfan gelir diyebiliriz.
- Şimdi ilim (idrak) ve irfan (irade) farkını ararken
hangisinin önce geldiğini sorgulamaya başlamıştık. Yukarıda bir çelişkiye
düştük, güç bela kurtulduk, burada bu sefer ilmi öne almakla başka bir
boşluğa düşüyoruz. Ancak yürürken düşe kalka, elimizi dizimizi parçalaya
parçalaya bu işi öğrenmedik mi ? Zaten biz de fırkaya yol açacak fıkrayı
kapatmış fark veren fikre başlamıştık.
-
- Başka bir fark: ilim hem
teorik “bilmek” ve hem pratik “yapmak”tır. Marifet ise gönülden “sevmek” ve
ciddi “istemek”tir. İlim, irfanla beslenmez ve desteklenmezse, “yapan bilir”
kuralı çalışmaz ve “bilen konuşur” gerektirmesi işlemez. Demek bilmek,
yapmak ve konuşmak arasında gidip gelir. Usta olan öğrenir ve öğretir. Hoca
olan anlar ve anlatır. Bu derece varmayan alimler hep cahil kalır. Yüksek
eğitimli ilim sahiplerinin “basma” kalıp inkarcı ve çıkarcı olması bu
yüzdendir. Çünkü alim olan cahil olmayabilir ama arif değildir.
- Dır, değil.. Yani, gibi, Evet, Hayır.. Benzer-Başka.. gibi
dilsel tanımlarımız; Olur-Olmaz.. Olur-Olamaz.. Olsa-olmasa.. Olmalı-Olmamalı
gibi düşünsel yüklemlerimiz; var-yok.. sayma-saymama.. sanma-sanmama, kanma-kanmama..
tanıma-tanımama.. tanımlama-tanımlamama yargılarımız; an-lama, us-lama,
and-laşma ve uz-laşma gibi yüksek yeteneklerimizin birer bilgi konusu
olabilirler. Bunları, ister içerikli olsun ister içeriksiz olsun, bilen ve
bir “konu”nun uzmanı olan ilim sahibi olabilir. Ama bu alim, yine de salt
“tanımaz”ı ise cahil değil münkir olur.
-
- Çünkü bütün bilgisi ne kadar çok ve ne kadar bol olursa
olsun, tüm verileri ne kadar engin ve ne kadar derin bulunursa bulunsun,
dayandığı ilkeleri ne kadar geniş ve ne kadar yüksek olursa olsun, bilgin
saltı (mutlakı) inkarla bilgelikten sıyrılıyorsa, bilgisinin alanı, böyle
uçsal (kutbî) ve görecel (izafî) kalmaya mahkumdur.
- Bu şu demek oluyor, dışarıdaki kesrette kalan alimin bilgisi
afaki ve cüz’i, içerideki vahdette olan arifin bilgisi enfüsi ve külli. Belki
bunun tersini de söyleyenler olabilir. Fakat şunu unutmayın isimler değişir,
hakikatler değişmez. Benim ilim dediğime o irfan, onun irfan dediğine de ben
ilim diyebilirim. İrdeleyerek değişkenlerin değerlerini atamakta bir tartışma
imkanı bulmaya bağlı.
-
- Başka bir fark:
- Tanıma (muarefe) , sergilemeye bağlı tanı-ma (teşhis) ve
varsayıma dayanan kurgulama (tefriz) suretiyle marifet kazanmaktır..
mukayese ve tasnif ile yapılır bu iş.
- Karşılaştırma özdeşlik ve karşıtlık, bölümleme benzerlik ve
başkalık il yapılır.
-
- Bilgilenme (mualleme) , ad-la-ma (tesmiye) ve soyut-la-ma
(tecrid) ile ilim edinmektir.. imgeleri
simgeler haline getirebilme olan soyutlama teşrit (koşullanma) ve itiyad
(alışkanlık) ile beslenir.
- İsimlerin talimi, tekrar; ilimlerin tezekkürü, tekrir ile
olur.
-
- Şöyle bir ses duyuyorum:
“Anladımsa Arap Olayım”.
Herhalde ya eski Türk Arap düşmanlığından türetilen yada siyahi olanı küçük
görme aşağılığından üretilen bu söz gurubu, aydınlatmayan terim ve tümcelerin
“karanlığı”dan kinayedir. Ama haklısınız, Yukarıda altı kavram var, hepside
içeriksiz biçimsel terim, üstelik Türkçe ve Arapça görünümleriyle de
gölgeleniyorlar ve sayıları on ikiye çıkıyor ve birde mantıksal özdeşlik ve
karşıtlık değişmezleri ve dilsel tekrar ve tekrir olguları da işe katılınca 14
(öndört) yeni sözcük bir fıkrada arzı endam ettiğinde kafanız karışmasında ne
yapsın ?
-
- Ben, kafayı yemeden, çift yıldız atıp kaçıyorum. Kafamız ve
kafanızın yeni ve dingin olduğu başka bir saatte buluşmak üzere..
-
- **
- Merhaba.. sorun şurada, öğrenmenin sonucun bilgi mi doğuyor
yoksa bilgilenmenin sonucu öğrenme mi oluyor ? Nasıl ki “düşünme” etkiliği ile
düşünme işle sonunda ve onun sonucu ve “son” “ucu” olan “düşünce” deniyorsa,
öğrenme ile ortaya sonuca, “öğren-ce” değil de “bilgi” oluyor. Bu olayın
adına “bilgilenme” diyoruz. İlim terimi öğrenme ve bilgi kavramlarıyla
karşılanıyorsa, bu düşüncenin aksi de değişken (bilgilenme) konulabilir ve
değer (öğrenme) atanabilir. Bu belirsizdir.
-
- Bu belirsizliği şuna dayandırabiliriz. Kelimeler ve
anlamlarının ortaya çıkması dilin seçimini, dili kullanan insanların
beğenisine bağlıdır. Varlıkları ve olayları simgelerin seçiminin rasgele
olduğu kadar düzenlidir. Simgelerin gösterdiği kavramların ve düşüncelerin
kullanımının zorunlu olduğu kadar olasılıdır, Değişken (simge) ve değer
(kavram) dan oluşan sözcüklerin terimleşmesinin sürerli geleneğe bağlı olduğu
kadar yenilenen değişime açıktır. Çünkü dilbilgisi kuralları kadar hayat
gerçekleri de vardır. Gramerin biçimsel alışkanlıkları kadar tecrübenin
gerekleri de bulunur. Geleneğin yerleşimi kadar değişimin yeniliği de
egemendir. İnsanlar fen, sanat, hukuk ve hikmet elbisesini değiştirir ve
geliştirirler. Bunu da dilin bu plastik zemininde gerçekleştirebilirler. Dil
toprak gibidir, katı olsaydı işlenmezdi, gevşek olsaydı yerleşilmezdi. O zaman
bu düşünce zeminde yapılacak ve yerleştirilecek binalar (yöntemler ve
kurallar), bu dil tarlada yetiştirilecek ürünler ( bilgi düzen ve dizgeleri)
bu akıl gerçekliği tabanına uygun olmalıdır. Temsil ve teşhise, tecrid ve
tesmiyeye, idrak ve iradeye, ilim ve irfana, mukayese ve tasnife... hasılı
dil ve düşünce varlık ve olaylarına gereken önem ve değer verildikçe duyarlı
ve sabırlı inceleme ve araştırmalar arttıkça bu konudaki bilgilerimiz daha da
açıklık kazanacak. Felsefenin insan bilimlerine yönelmesi başlangıcı, ileride
hikmetin tamamen biçimsel ve içeriksiz hal almasıyla bu konularda karmaşa
çözülecektir.
-
- Şimdilik bildiğimiz yöntembilimsel araştırmayı
sürdürüyoruz.
-
- İleride göreceksiniz belki akşamdan yatsıya fikir değiştiriyor
diye de eleştireceksiniz ama o akşam ve yatsı yaptığım iki şemayı terkip
ederek yaptığımı yeni şema (öğrenme odaklı ve taallüm başlıklı şema) “düşünme”
tahlili ve “dillendirme” terkibi konusunda bir “fikir” DÜŞÜNCE verdi. Bu
düşünceyi düz yazıya çevirmek. hem vakit alıcı, hem bu fikranın öncesi ve
sonrasını bozucu olacağından sakıncalı olacaktır.
-
- Şimdi bir deneme olan bu yazı ki, yukarıdaki açıklamalar
bakıldığından bu denemeyi deneme oluyor, devam ediyorum.
-
- Buraya kadar şu varsayımı kurgulamıştık:
-
- “ (1) BİLMEK ad’a ilişkin, TANIMAK an-lama’a
ilişkindir”.
- Biliyoruz ki ad (terim) olmadan söz (tümce) yani tanım
olmaz. Adların değişmesiyle anlamlar değişir. Çünkü adlardan anlamlara yani
bilmeden tanımaya geçince, kat yada alan düzeyi “atlamış” oluruz. Artık
adlara değil adların üstündeki tanımlara bağlanmış, bağımlanmış ve koşullanmış
oluruz. Adlar tümce yer alıp sözler ve anlamlar haline gelince , nesneleri ve
imgeleriyle bağlarını keserler, kimseleri ve kavramlarıyla ilişkilerini
yitirirler. Sanki adların kimlikleri kaybolur, biçimsel (söz/tümce/tanım) dil
sentaksı, yapısal (bağlam-önerme-yargı) düşünce kalıbı içinde yeni bir
kişilik kazanırlar. Bunu anlamak için olguya uyan ve uymayan iki “doğru” kalıp
verelim:
-
- “Bütün insanlar ölümlüdürler.
- Sokrat da bir insandır.
- O halde Sokrat dahi ölümlüdür.”
- Bu DOĞRU kalıp olguya uyar. Hem DOĞRU dur, hem GERÇEK tir.
- “Bütün kalemler masadır.
- Sokrat da bir kalemdir.
- O halde Sokrat dahi
masadır.”
- Bu DOĞRU kalıp olguya uymaz. DOĞRU dur fakat GERÇEK
değildir.
-
- Buna matematikte, bir şey eşit olan iki şey de birbirine
eşittir, denilir. Matematikle somut gerçeklik temsil edilse de, matematik
somut gerçekliğin ya da olgunun kendisi değildir. Somut gerçeklik başkadır,
soyut matematik başkadır. Matematik, biçimsel bir kesin tanım, tutarlı bir
yüklem, zorunlu bir yargı ve nedensel bir yorum, ölçülü bir düzendir, o kadar.
Ancak ilginçtir biz o matematiksel tümce ve kümelerle, binalar inşa eder,
gemiler yaparız, metre ve saati kullanırız? Nasıl olduğunu hepimiz biliyoruz
ama Niçin ? neden ? Niye ? Nasılını kendimiz kurduğumuz için alıştık ve
alışkanlık peyda ettik, ama niçinini sorunca şaşırıyoruz. Nedenini de ilginç
buluyoruz: Çünkü somut gerçeklikte birbirine eşit iki şey yoktur. Çünkü somut
gerçeklikte, zaman itibariyle Hiçbir şey yerinde DURMAZ DEĞİŞİR. ve mekan
itibariyle hiçbir şey tamtamına birbirinin aynısı KALMAZ DEĞİŞİR. Görülüyor ki
matematiğin DEĞİŞMEZ ÖZDEŞİK (identity/ayniyet) ilkesi tek başına
yeterli değildir. Sadece kör duyumsal verilerin ve olası rastlantısal
NEDENSELLİĞİN, somut maddi gerçekliğin tek başına yeterli olmadığı gibi. Buna
karşılık Mantıkî ve matematikî DOĞRULUK, bir “gerçeklik” olarak, sayılar ve
kavramlar boş bir kalıptan, soyut bir tasarımdan, sayımlı bir düşünceden
başka bir şey değildir deyip geçmek de kör bir kurgulama ve kuru bir
zorun-lamadır. Her şey değişir demek basit maddecilik olur, gerçekçilik
olmaz. Özdekçi ve tinci böylece kazdıkları mantık kuyularına düşerler.
Demek ki böyle maddeci yada ruhçu epistemik kuramları, ontik yada metafizik
sözde salt gerçeklikler olarak kabullenip, sahte birliğe sığınmak geçici bir
gölgelenmekten ibarettir. Gerçeklik, teni ve tini tanımayı, ben ve canı
bilmeyi ister. Ama “salt” sözkonusu olunca bunlardan yani çokluklardan
herhangi birisini hepleştirmek yada hiçleştirmek insanı yanıltır. Saltın akli
sonucu mantıki idraki ve meşieti iradeyi dengeli “kullanarak” kullanılan
durumuna düşmemektir. Bu da nesnelerin egemenliğinin buyruğuna uymamayı,
kimselerin saltlaştırılmasına ve tanrılaştırılmasına karşı koymayı gerektirir.
Hayatın gereksinimi dengeli sürdürmek ve şuurun arayışını uyumlu götürmek
gerçek birliğin göstergesidir. Çünkü böyle bir varoluş, başkasını
yararlanmasıyla ve kendinin yetkinleşmesini birlikte götüren bir denklemi
gerektirir. Salt gerçek bu denlem (istikamet) ile, “bizlere” görecele köle yada
kendisine kul olmaktan ibaret iki seçenek sunar. Ama bu seçeneğin skalası
varlık ve yokluk arası kadar geniştir…. “Bizim” bu gerilim hattındaki
doğrultumuz, yokluktan varlığa yönelik olmalı. Zira her türlü olumlu devim ve
durum, bu özeğe doğru olan yaklaşımdadır. “Ben” diyen varsayım, gidişinde
çekici ve tatlı da olsa sonunda yokluk gerçeğine çarpar ve kırılır. Bundan şu
sonuçlar çıkar; maddecilik korkunç acı ve karanlığa, ruhçuluk ayrılık ve
yalnızlığa dönüşür. Çünkü bunlar, o yalancı benin altındaki sözde bir
varoluş, sahte bir ütopya, kötü bir kopyedir. Görüntü kalkar gerçek ortaya
çıkar, perde sıyrılır aldanış belirir, örtü kalkar tuzak görünür. Oysa
kulluktaki “gerçek” varoluş, benliğin özgürlüğünü özerkliğe ulaştırarak
yüksek bir utlu ve mutlu bir kişilik, özdeşliğini özdenliğe eriştirerek yüce
bir kutlu ve umutlu kimlik verir. İşte ne iyi iş ve en güzel sonuç...
-
- Ancak olguya uymayan tümcelerde yer alan “adlar” gerçeğe uy-masa-lar da, öğeler halinde tümcede kullanılabilmekteyiz.
Örneğin “MASA” terimi-adı-sözcüğü-değişkeni burada, (m, a, s ve a)
“harfleri” aynı sıralamada fakat üç ayrı kavramı yada görevi ifade etmek
üzere kullanılmıştır. Birincisi masa nesnesini yada kavramını göstermek için,
ikincisi olguya uymayan bir kalıbı göstermek için, üçüncüsü uy-masa sözcüğünün
eki olarak. Bütün bunlardan dil ve düşüncede; harf, isim ve cümle, bir biri
üstünde üç ayrı “kat” teşkil etmektedir.
-
- Demek ki,
- “(2) İLİM, isme taalluk eder , İRFAN ise manaya
mütealliktir”. Yukarıdaki (1) cümlesinde yer alan
adlar/isimler burada (2) tümcesinde değiştiği halde anlamları değişmedi. Bu da
dil-düşünce alanında her katta; birinci (belirtiler seviyesi) katta;
harfin, işaret ve delaletinin, ikinci (simgeler düzeyi) katta; lafzın,
temsil ve tefsirinin, üçüncü (adlar seviyesi) katta; hitabın, hikaye ve
hakikatinin, dördüncü (anlamlar düzeyi) katta; kitabın, beyan ve
maanının, birbirinden ayrılığını gösterir.. Şimdi şöyle diyebiliriz; Birinci
katta işaret (gösterge) , ikinci katta kelime (sözcük) , üçüncü katta kelam
(söz) , dördüncü katta delalet (gönderge) bulunmaktadır. Birinci ve ikinci
katlar isim ve kelimeyi işaretler, üçüncü ve dördüncü katlar hitabı ve
kitabı delaletler.
-
- Artık şöyle diyebilriz:
- MARİFET tanımları anlamak ve bilgi edinmektir.
- Bu ikinci kat işlevidir.
- İLİM ise adları öğrenmek ve sözleri açıklamaktır.
- Bu DA birinci katın işlevidir.
-
- Marifetin tayin ettiği ve ilmin temsil ettiği , hakkın ve
hakikatın kendisi değil ama yaptıkları
delalet ve işaret ile bizi onlara ulaştıran yegane araçlardır. Bu yüzden “adların
(İSMİN) değişmesiyle “gerçeklik” değişmez ama bilginin (İLMİN) değişmesiyle
değişir.”
- Çünkü adlarla yapılan tanımlarla verilen bilgi
“konusu”nun, varlıkları ve olayları yada nesneleri ve kimseleri yani
gerçekliği temsil etmesi, işaretin düzgün tespiti ve delaletin sağlam
tevilinin yapılmasından sonra olur. Bu yargıyı onamadan önce iyi düşünmek
lazım. Çünkü gerçeklik konusuna giriyoruz!
-
- Girmeden önce gerçekliğin bir parçası olan zamanın tersine
girmek zamanı geldi.
- Görüşmek üzere...
-
- Gerçeklik benden ibaret değilse benim ile onun arasında dil
var, düşünce var. İçimdeki ben dışımdaki beden var. Benin içinde ruh, bedenin
dışında evren var. Görgülerden bir çok iç kurgu ve örtüler, Olgulardan bir çok
dış kılgı ve örgüler var. Biz perdelerden biri olan dilden başlayalm:
-
- Derler ki dilin iki ana görevi var: Dil bir belirti
bildirir, bir buyruk yaptırır. Bizim burada ilgimiz, dilin bir bildiri olması,
bir bilgi konusunu içermesidir. Dilin bildirdiği “belirti” nedir ? gerçek mi
sanal mı ? sanal ise, doğal mı, yapay mı, konulan mı, sayılan mı ? gerçek ise
görüntü mü, gösteri mi, gösterge mi, görüngü mü ? şimdi bu on tane kavramı
iyice tanımlamak lazım ki onbirincisi olan "belirti" adı ve
"işaret" isminden "belge" sözcüğünü ve "hüccet"
kelimesinden ayıralım.
- Neliklerin, gerçekliklerin, kimliklerin kişilerin adları var.
Varlıkların, olayların, türlerin, bireylerin adları bulunur. Nüfus kaydında
doğan, evlenen ve ölen kimselerin isimleri var. Tapu yada trafik içinde
yerlerin ve araçların adresleri ve sicilleri birer isimdir. Tanrıları ve
insanları birer sözcük anlatıyor. Harfler bir adla yansıtlır ve kitaplar bir
tamlama başlıkla tanıtılır.. Ad-isim sözlüklerdeki sözcükler mi yada
sözcük-kelimeler kitaplardaki adlar mı ? Bir belirtinin ad yada sözcük olarak
simgelediği gerçek nedir ? Çağdaş Filazof B. Russel'in felsede en iyi çözüm
dediği ilk filozof Sokrat'ın "idealar" bir kavram mı bir ad mı ?
İsimlerin gösterdiği ve gönderdiği görüntü mü yoksa gerçeklik mi ? Sokrat bütün
ideaları BİR ve İYİ ideasına bağlamıştı. Bütün orta çağ felsefesinin tartışdığı
ama bu güne kadar çözülmediği bir sorunun çevabı nedir ? Nominal, konseptüal,
real bu örgüyü açmak kolaya mı ? işte bunun için açılmayan örgülerden,
perdelerden biri de "dil" diyoruz.
-
- Burada düşüncenin önünde iki yan var; birincisi birlik ve
yücelik yolu. ikinciisi ise teklik ve güzellik yolu. İlk yol, uzun toplumsal
bir süreçtir. Buna değişim ve evrim denir. İkincisi bireysel kısa bir
işlemdir. Buna diriliş yada devrim denir. İlk yol perdelidir.. Bu dolaylı
"kal" anlatılabilir. İkinci yol perdesizdir.. Bu doğrudan
"hal" anlatılamaz. Bu iki yol uzunluk ve kısalıkta birdir. Ancak bu
eşitliğin yönleri farklıdır. İlki soldan sağa yani halktan hakka çıkar
gider, ikincisi sağdan sola, haktan halka iner gelir.
-
- Öğrenme başlıklı bu yazıda gerçekleri anlatırken yolumuz
adlara düştü ve kavramlara düştü ve karşımıza üç kapı-başlık açıldı:Adlar,
kavramlar ve gerçekler. Biz gerçeklik başlığının karanlık kapısından
yolculuğumuzu sürdürelim:
-
- Dil öğesi, bir belirti, bir sözcük, bir söz; bir konu
tümcesi ise, bir bildiriyorsa bu bilgidir, bir buyruk yaptırıyorsa bu bir
buyruktur. Bilginin, aktüel olgu (gerçek) yada virtüel gerçek (sanal) olarak,
konusunun (öznenin) varlığının yada yokluğunun, olumlanması (dır ile) yada
olumlanması (değil) ile “bilgi” (İLİM) bir “gerçekliği” bir varlığı ve
yokluğu günlük dilde ifadesiyle bir varlığın ve olayın olup olmamasını
(HAKİKATİ) ileri sürer.
- Bu gerçeklik, konuya yapılan “Yüklem”dir. (HAML) Bu
yüklem; bir sayı, bir sanı, bir kanı içeren “yargı”dır (HÜKM).
- Bu yargı da bir an-lama, us-lama, bir açık-lama, “ içeren
yorum” (tefsir) dur sonunda.
- Bu yorumda rivayet (nakl) yada dirayet (akl) ağırlıklı bir
telif ve hikayedir ki ya bir kıyas (karşılaştırma), ya bir teşbihe
(benzetmeye), ya bir temsil (gönder-me:gösterge, görüngü’ye) dayanırlar.
- VE en önemlisi ki böylece e ortaya çıkacak olan
“gerçeklikler” bir tek tip gerçeklik değildir. Çünkü somut yada soyut aşkın
yada içkin, tümel yada tikel, özel yada genel... daha pek çok gerçeklik tipi
vardır ve bu imkani, itibari, vaz’i, farazi ahzî hasılı izafi (GÖRECEL) eş ve
karşıt gerçeklikler vardır. Ve bu gerçeklikler hikaye ve temsil ederken de,
somutu mecazen soyutu anlatırır yada soyutu mecazen somutu anlatırız. Demeki
anlatım iki yüz yanlıdır. Bizi şimdi iki yanını ele alalım:
-
- Anlatım bir bilgiyi içeriyorsa , dille nakledilen
(anlatılabilen) ve düşünce ile akıl edilen (düşünülebilen) gerçeklikler, hatta
anlatılamayanlarıda, ve hatta düşünülemiyenler dışında, hissedilebilen
(duyumlanabilen) her nesne için ve kimse için, anlatım konusunun tespiti
gerekliliği ve konunun anlamının tevili zorunluluğu geçerlidir.
Yüklem birincisi için gereklidir, yargı ikincisi için zorunludur.
-
- O zaman, nesne ve kimse olmayan hatta anlatılamayan ve
düşünülemeyen yani görecel olmayan “salt” gerçeklik hakkında ne yapacağız ?
sorusu gelecektir. “Bir” olduğundan “tespit” olunamayan ve “tek” olduğundan
“mukayese” olanağı bulunmayan “mutlak hakikat” için ne yapmalı ?
- Açıktır ki düşüncemiz ve dilimiz yukarıda anlatılan delalet
ve işaret işlem ve kuralları geçersizdir. Yine açıktır ki biz gerçeklikler
üstü bir ve tek “gerçek” alanına “girdik” yada yanına “döndük” yada yönüne
“doğrulduk”, dikkat ediyor musunuz yine günlük dilin bildiğimiz eylem
kavramlarını kullanıyoruz, girdik, döndük, doğrulduk, yöneldik.. ne derseniz
deyin başka bir “durum” ile karşı karşısındayız. İnsanın bilmediği ve
tanımadığı şeye düşman olması gibi bir huyunun olduğunu söylerler..
Tanımadığımız buyruklara, tanımlayamadığımız bilgelere, bilmediğimiz gerçeklere
karşı duruşumuz nedendir "bilinmez" ama, bilinmezlerle kuşatılmak ta
insana huzur vermez. Bu nedenli biz üstünü üstüne giderek karanlığımızı
azaltmamız vazgeçilemez bir yönelim, bir akım oluyor. Ama bu çok yanlı ve yönlü
bir atılım olmalı.
- Çünkü her şey sırf bilinç ve istençte oluşmuyor. Nasıl
bilinci eşleyen bir duyunç (tad ve acı olayları) varsa, bir de istenci besleyen
sevenç (sevgi ve kin olayları) var. Bilinçteki kesinlik duygusu, istençdeki
kararlılık olgusu, bu sevence dayanarak insanda öyle bir “inanç” oluşturur ki
bu düpedüz bir saplantı olması içten bile değildir. Tutuculuk ve inatçılık
arkasında yatan bu fikr-i sabit, zihnin öteki yanındaki kuşku ve kararsızlığın
diğer ucunu teşkil eder. İfrat ve tefritten ari hattı vasat olan hikmeti bulmak
gerçekten bir “şans”a dönüyor.
- Gerçekten, en genel evrensel yasaların istatistik yasalar
olduğunu söyleyen kuram bahtımızın yar mı bed mi olduğunu bilmeyeceğimizi ileri
sürer. Zihnin kuantik süreçlere tabi olduğunu söyleyen kurgulama tali’mizin açık
yada kapalı olduğunun belli olmadığını belirtir. İnsanın kaderinin tanrısal
sınama ve yarışma olduğunu söyleyen ve özgür olduğunu bildirerek onu sorumlu
tutan din, insanın kurtuluşunun kendi CÜZ’İ iradesi ile Allah’ın KÜLLİ
iradesi arasındaki dinamik etkileşim ve iletişime bağlı olduğunu söyler.
-
- Şimdi “salt gerçek”e
( şu “adlama” bile geçersiz,
çünkü “salt gerçek” derken “gerçek salttır.” Diye dilimiz ve düşüncemizin
aczinden dolayı bir “geçersiz bir tanımlama” yapıyoruz. Çünkü hakikat öznesi
mübhem ve mutlak yüklemi mechul. Ama “emaneten” yine salt gerçek tamlamasını
(adını) kullanacağız. ) dönelim. Bizi salt gerçeğe gönderen; doğruluk,
gerçeklik, iyilik ve güzellik değerler var. Bu kavramlar bize saltı
tanıma, adlandırma ve karşılaştırma imkanı vererek mutlak varlık hakkında ilim
yapma ve irfan sahibi olma imkanı verirler.
- O zaman salt gerçeğe ilişkin işaret ve delaletlerin, her
bilme ve tanıma gibi “tercüme” ve “tevil”i gerekir. Ancak bu salt “bir”in
tespiti, şu salt “tek”in tarifi ve o kuşatan ve yayılan “salt”ın ilmi, bizim
aklımızın (gücümüzün, bilgimizin ve istemimizin) üstüne çıkar. Bu da bize
şuna gönderir ve bunu gösterir ki; takat getiremediğimiz kutsal “Varlık” için
bu gereklerin yerine getirilmesi için “üst” dile çıkılması gerekir. Bunu
yapamadığımızdan yani yukarı çıkamadığımızdan O aşağı iner. Tenezzül eder.
Esma-i Hünsa”sı ile, evreni ile, insanı ile, elçileri ile, dostları ile bize
kendini tanıtır.
-
- Daha önce “içeri-dışarı” sorunsalı yaşamıştık şimdide
“aşağı-yukarı” sorunsalı ile karşısındayız. Yukarıda geçen "iner
girer" ile "çıkar gider"i işte bu anlamda
alacaksınız. Bunun için biz, günlük dil “üstünde”, fen, hikmet ve din dili ile
yetinmek zorundayız. Nasıl içeri ve dışarıyı bilemiyorsak, nasıl aşağı ve yukarıyı
tanımıyorsak, öylede soyut ve somut ötesindeyiz, aşkın ve içkin berisindeyiz,
salt gerçeklik karşısındayız... karşılaştırma yapamayız!
-
- Susmak gerekirdi ama madem başladık bitmesi gereken yerde
duruncaya değin sürdürmeliyiz. Daha önce karşılaştığımız içeri ve dışarı
sorununun meddi (yatay) hatta, sol ve sağ yana “yerleşmesi” gibi
burada da aşağı ve yukarının amedi (düşey) hatta alt ve üst yana
“yerleştirilmesi” ne anlama gelir ? Horizontal (satırsal) “sıralama” ile
vertikal (sutunsal) “katlama” bize soyut düşüncemizin ve bu düşünceye dayanan
dilimizin, geometrik modellerle temsil edildiğini ve “kavramları ve
gerçekleri çizgi”lerin göreceliğinden yararlanarak belirtmekten
kurtulamadığını gösterir.
-
- Çizgi, en az iki noktadır. Görünür ve açıklanır ilk boyuttur
ve düşünülür ve anlaşılır ilk eksendir. Geometrinin çizgisinden önce gelen
nokta, boyut değildir, düşünülemez ama varsayılan bir başlangıçtır. Eni, boyu
ve yüksekliği olmayan ama bu sayılanlara varlık veren “ilk”tir. araçtır. Aritmeğin
“sıfır”ına benzer. Nokta üzerine en (çizgi), onun üzerine boy (yüzey) onun
üzerine de yükseklik (hacim) inşa ederiz. Bu “geometrik” inşa gibi “gerçeklik”
inşası yaparız. Böylece tasarım ve biçimlerimizle yaptığımız bu
lojik(LİNGUİSTİK) “ayn” (GAYB) ve “gayr” (AKS) larla birbirini “üzerine”
inşa edilen düşünce ve dil dünyaları kurarız.
-
- Bu dünya gerçek midir ? gerçekten dış gerçekle birlikte
kurmuşsak, ne kadarı bizim gerçeğimiz ne kadarı dış ne kadarı gerçektir ?
-
- Evren (dışarı) ve insan (içeri) diye ayırdığımız (ama
terside olabilir) varlığın, bir de yokluğu var. Bunu yatay eksende önce sağ
(insan/ayn) içeriyi, sonra sola (evren/aks) dışarıyı yerleştirdikten (ama tersi
de olabilir) sonra dikey eksene geçeriz; üste yukarıyı (göreceli/gayr)
yerleştirdikten sonra alta aşağıya (saltı/gayb) yerleştirebiliriz (ama terside
olabilir).
- Yöntembilim de kullandığımız eksenler, asıl
(mastır/anahat) ve füru (sleyv/ayrıntı) yada aslî (primer/birincil) ve tali
(sekonder/ikincil) varlıklar ve olayları ya da yapıları ve işlevleri
anlatırken ontik ve metafizik değil tamamen epistemik bir gerçekliktir. Bunlar
sadece düşünsel tasarım ve dilsel biçimlerden ibaret bir anlatımdır..
Gerçeklik tartışması yöntembilimin işi değil. Gerçeklik bilim adamlarının yada
din adamlarının tartıştığıdır. Bir insan olarak bizimde ontik yada metafizik
gerçekliğimiz vardır. Fenni ve hukuki ortak gerçekliklerimiz de vardır
ayrık
olan bir sanat ve hikmet olarak bireysel görüş ve tutumlarımız kişisel yaşantı
ve davranışlarımızda da bulunur. Hayal ve kavram da olsa bunlarda, nesnel
olmasada kimsenin öznel gerçekliğidir. Yöntembilim, ise ister ortak olsun
ister olmasın, bizi gerçekliğe ulaştıran düşünce ve dil aygıtında sağlamlık ve
düzgünlük sorunuyla uğraşır. Ama yukarıda belirtmiştir, düşünen, inanan,
eyleyen, seven, korkan, koşan, korkan bir insan olarak bu kalıpların içeriğini
dolduran görecel ve salta ilişkin fenni ve dini düşünce ve inançlarımızda
bulunmaktadır. Bunları kırmızı (italik) yazılarla ifade ediyoruz. Ama hangisi
doğru veya değil, hangisi gerçek veya değil, güzel veya değil, iyi veya değil.
Bunlar inceleme, irdeleme, eleştiri, tartışma konusu ve işi yaparken hızlı ve
yararlı bir araç olarak ta yöntembilimsel şemaları kullanabiliriz. Demek ki
doğrunun görülmesi, gerçeğin aranması, iyinin sevilmesi, iyinin istenmesi ayrı
kurgusal bir yan, kuramsal yön. Diğer taraftan doğrunun söylenmesi, gerçeğin
bulunması, güzele erişilmesi, iyiye kavuşulması ayrı kılgısal bir yan, edimsel
bir yön. Yöntem bilimi kullanırsak , birinci kurgusal yan ve kılgısal
sorularda çabuk bilgilenecek ve kolay tartışma yapacak ortak bir zemini
buluruz. İkinci kılgısal ve edimsel yönün sorunları ise bir birey olarak her
birimizi ilgilendirir. Burada yöntembilimin doğrudan yararı yolmaz.
Kararlarımızı sağlam ve düzgün tasarlar hazırlayarak dolaylı faydası olur.
Böylece daha sağlıklı sonuçlara daha hızlı ulaşırız.
-
- **
- Yöntembilimsel şemaların kullanıldığım düşünce ve dil
dünyasında, ayn-gayr evrenindeki görecellikle, karşılaştırma, benzeşme,
karşıtlaşma; parçalama, bölümleme, birimleşme; biçimleme, tasarımlama,
düzenleme ve değiştirme, düzeltme ve geliştirme olası hale gelir. Bunları
yaparken Hayat ve şuur fabrikası çalışır, idrak ve irade oluşur. Mantığımız
yönelir ve meşietimiz yaklaşır. Bu çalışamada yapılan işlem ve işletimlerin %1
emanetçi bizimdir, geri kalan %99 sahibinindir. Kalan yüzde birin yüzde biri
bizim sorumluluğumuzda olan farz ve zannımız ile say’ ve sun’umuzdaki dikkat ve
hads, heyecan ve aks aksanlarıdır. Geriye kalan atılımımızda yani hamlımızda
kasd ve fiil ile fikir ve his eksenleri yükümlülüğümüz olan ahd ve ahd ile vaz’
ve va’de ne kadar özen gösterirsek kurgu ve kılgılarımız doğrultur ve
yükseltiriz.
-
- Madem gerçeklik konusunda konuşuyoruz lüften dikkatli olun
ve bir daha “Bunlar “gerçek” midir ?” diye sorun! Çünkü gerçeklik sadece
olanlar değil olmayanlarda gerçekliktir. Çünkü varlıkta bir gerçekliktir
yoklukta bir gerçekliktir. Gerçekliği en güzel akıl ve imkan terimi ve
kavramı adlar ve tanımlar. İmkan varlık ve yokluğun eşitliğidir. Akıl ile
ol/mayı ve öl/mayı içerir. Buradaki öl/me doğumun karşıtı değildir, baştaki
ol/ma da olumlamanın özdeşi değildir. İmkan, enfüsi ve afaki bütün
olası-lıkları ve olsa-ılıkları kapsar. Akıl ise nazari ve ameli bütün
zorunlulukları ve gereklilikleri içine alır. (Gerçeklik nedir sorusunun kısa
bir cevabı için (5) nolu dipnotu okuyabilirsiniz. Ama daha önce
gerçek şemasına bir daha başvurun.)
-
- Gerçekliklerin ortaya konulması nasıl olur ? eğer gerçeklik
duyumsal “gözlem” verilerinin tespiti ve bunların düşünsel ilkelere
göre “tevili” ise, o zaman sadece duyumlanabilen nisbi veriler ve
düşünülebilen kutbi kavramlar gerçektir neticede Gerçeklikte, olan ve
olmayan yokluklar ve varlıklardan oluşan görecellik olur. O zaman olan ve
olmayanın tespiti ile varlık ve yoklukların tevili nasıl olacaktır ? Hadi
olanları tespit ettik, varlıklarıda tevil ettik. olmayanları ve yoklukları ne
yapacağız ?
- Üstelik olanlar ve varlıkların bir kısmı betimlenmiş ve
indirgenmiş olanları ap-acık verilere ve zorunlu ilkelere dayandığı için
“kesin” fakat temelde kör duyum eşiklerine ve boş düşünce ilkelerine
dayandığından saçma olurlar ve anlamsız kalırlar. Geriye kalanlarda
açıklanmış ve yorumlanmış izafi görüler ve nisbi dolular bir kısım gerçeği
ifade eden “kesin olmayan” yaklaşık kestirmeler ve olası yüklemlerdir.
- Bu nedenle gerçeği duyumlaşabilen ve düşünülebilenlere
hasretmek bencilce bir “tutum” olur. Bunun bir adım ötesi tekbenciliktir. Çünkü
“gerçek” duyumlarımızdan ibaret olmadığı gibi “gerçeklik” düşündüklerimizden
ibarettir anlamına gelecektir. Ama insan böyle düşünmekte özgürdür. Her
özgürlük gibi sorumluluğu ve yükümlülüğü olan seçimdir bu. Oysa
duyumunu alamadığımız, verisini bilmediğimiz, neliğini anlamadığımız, hatta
inanmadığımız şeylere daha sonra gözlemlediğimiz, bildiğimiz, anladığımız ve
inandığımız olmadı mı ? Gerçekliğin kriteri var olmak ya da olmamak (yokluk)
mu ? Yoksa her ne ki elde yok o bizim ihtiyacımızdır, olmayan ise hadsizdir
“gerçeği” gereğince, gerçekliğin ölçütü bizim gereksinimiz mi ? O zaman
gerçekliğin ölçütü; yokluk yani gereksinimimiz yani bizzat “kendi”miz mi
oluruz ? Protoğras, “Her şeyin ölçütü insandır” demişti ? Bir dini sözde
“Kendini bilen Rabbini bilir, Rabbini bilen kendini bilir” denilmiş. Başkaya
ölçüt olmak ve başkasını bilmek sayesinde gerçeklik bir bencil ve tekbaşına
monolog olmaktan çıkar başkacıl diyaloga dönüşür.
-
- Demek ki düşünce, günlük bilgiden fenni bilgiye, oradan
hikmete ve dine çıksa bile, örnek ve ölçüt almadan yapamıyor. Halbuki düşünen
varlıklar olarak biz, eşsiz ve örneksiz bir, tek ve salt olanı bulmadan,
aramadan, en azından tanımadan yapamayız. Evet, içimizde bulduğumuz bir “ben”
var fakat bir takım kendini tanımaz ve haddini bilmez felsefecilerin salt ben
dediği o “ben”, meraki durmuş yorgunların ve aşkı ölmüş yaşlıların beni.
Arayışını sürdüren genç ve dinç Yunus, “Bir ben var bende, benden içeri” diyor
ve kapıyı açık bırakıyor.. O zaman bizde araştırmamızı sürdürürüz. Demek insan
için asıl varoluş, varlık gölgesinde kendini bulma ve benini görme değil
yokluk aynasında varlığı arama ve başkasında varoluş imiş. Varlık sadece
bilgimizin beslenmesi için bir ara duraktır. Kendini bulma ancak düşüncemizin
dinlenmesi için ara konaktır. Benlik ise özümüzün gevşemesi, gözümüzün
görmesi ve yüzümüzün gülmesi için bir an aralıktır.. Aramayı, değiştirmeyi ve
düzeltmeyi sürdürüp devime devam ediyoruz.. tek noktayla bitirmiyor çift
noktayla başlıyoruz..
-
- **
- Kafanız karıştıysa bilginize bir format adın yeniden yazmaya
başlayalım… önce elimizdekilere bir bakalım:
- Dil ve düşünce etkinliklerimiz nelerdir..
- Gösterge (İŞARET) yi tercüme (çevirme) ve görüngü (DELALET)
yü tevil (evirme).
- Bu işletim işlemde kullanılan öğeler, adlar ve tamlamalar,
tanılar ve tanımlamalar, özneler ve yüklemler bunlarla sözler ve tümceler,
bunlarla yapılan karşılaştırmalar ve bölümlemeler..
- Bunlar, dile-getirmelerdir..
- Bir de öbür uç var:
- Yaşamın tatları ve anıları..
- Deneyimden ve onun belirtileri olan; cisimler, şekiller,
hatlar, resimler, remizler, harfler, lafızları, isimler
- Adların yerinleri (temsili) ve tanımların yorumu
(tefsiri)
- Veri ve belge bulgu ve buluş, im-le, iz-ge,
- Bunlarda
düşe-götürmeler olsun.
-
-
- Bu kaziyeler
(vargı) ve hükümlere
(yargı) nasıl varıyoruz.
- Bunlara ulaştıran;
- Hamle[Yüklemler (özne+yüklem)] ve Cümle[tümceler
(ad+eylem)]leri
- nasıl kuruyoruz ?
- Kurgulamada kullanılan
- Kanılar ve (konu+komut) ve yargılar (tasar+karar) nasıl oluşur?
- (Kesin yada kuşkulu) san-ı-ları, onama hangi yetkiyle
yapıyoruz ?
- (var yada yok) say-ı-m-ları önermeyi hangi hakka dayanıyoruz
?
- Elbette benim ve sizim yukarıdaki sorulara verilecek bir
cevabımız var.
-
- Bunları hazırlarken düşünce
us-lamaları ve dil uz-laşmalarına
dayanan
- an-lamalarımızı
kullanacağız.
- Fakat ortak bir gerçekte nasıl “and-laşacağız”
- Bu olası mı ? olabilir mi ? bunan olanağı var mı ? Aklın
yolu birdir, derler. Böyle olmasaydı insanlar bilgi ve işlemlerinden “sorumlu”
tutulamazlardı ? And-laş-mada mümkündür. Böyle olmasaydı sözleşmelerden dolayı
insanlar buyruklarında “yükümlü” tutulamazlardı!
-
- Şimdi şundan başlayalım:
-
- Biçimleme ( gözlem+yorum) önerme..
- Tasarımlama (bilinen+bilen) onama
- ile öğrenme nasıl gerçekleşir.
-
- terimleri bağlama rastgele bir değişken ad-la-ma değildir.
- kavramları atama gelişigüzel bir değer at-ma değildir.
-
- 1.Terim ve kavramla kurulan ad ve sözcük,
- 2. Ad ve sözcüklerden oluşan tanım ve tümce
- 3. Tanım ve tümcelerle yapılan yüklem ve yargı
- 4. Yüklem ve yargılardan oluşturulan konu ve komut
- 5. Konu ve komutlarla aktarılan bilgi ve buyruk;
-
- Hangi özdeş ilkelere ve özgür ülkülere göre yapılır:
-
- Biçim “yapma”nın,
- tasarım “kurma”nın,
- bilgi “vermenin”nin ,
- buyruk "alma"nın “,
- Anlama "adanma"nın
- Amaç, "edinme"nin
-
- kökenine inmeyi bir tarafa bırakırsak,
- bunu bir “örnekle” açıklayabiliriz:
-
- Nasıl gözle alınan ışık sayesinden beyin cisme “bakar” ve
görme
oluşursa bilinenden alınan veri (ışık gibi) ve bilinende bulunan ilke (göz gibi
) ile kimse (beyin gibi) de nesne yada kimse (cisim gibi) “tanıması” (bakar
gibi) yani bilgi oluşur.
-
- Şimdi buradaki TEMSİL ile “tanıma”yı açıklamak için
“görme”yi “misal” verdik. Yani bilinen bir olaydan, bilinmeyen olaya, onu, ona
benzeterek yürüdük. İşte bu yürüme, işaretleri tercümenin bütün biçimlerinde,
hatta delaletleri tevilin bütün tasarımlarında ortak olan bir yol oluyor. Bu
yola “temsil” diyebiliriz.
-
- Bir düş de görülen temsille devam edelim; yürür yürür
varırsın enginlere.. yükselir yükselir çıkarsın zirvelere.. yatay yürüme
düzeyleri aşma ile düşey yükselme katlara çıkma birbirinden ayrı durumlar.
Yatay ilerleme ve genişlemede otobanda ÖNÜNDEKİ kilometrelerce ufukta gözün
kararmaz. . Oysa ALTINDAKİ beş metreye baktın mı gözün karar. Çünkü orada
artık “birim” kilometre değil de metredir. On yada yüz metre çıktın mı aşağının
kendini çektiğini hissedersin. Bin metrelik bir dağın zirvesi ise sana bir
uçurum olur.Demek dikey yükselirken çıkma ve inme başka bir fazdır.Yatay
genişlerken ilerleme ve gerileme başka bir fazdır.
-
- Belki yatay “yürümek” bizim doğal devinimimiz, dikey
“uçmak” ise değil bu ondandır. Ama “uçma”yı bilemiyorsan düşme sana ölüm olur.
Onun için uçmayı öğrenmelisin. Serçe anan ve serçe baban senin gibi bir yavruya
uçmanın yolunu öğretmemişse bir atmaca seni kapar götürür ve gagasından
midesine indirir.. Uçsan bile uçmanın da bir gücü var: serçenin, kırlangıcın ve
kartalın yükselme sınırı ve görme ufku farklı farklıdır. Bu yaşanan canlı
örnekleri, düşünülen “alan”lara benzettiğimizde, öğrenme aygıtlarını ve
düşünme türlerini buluruz bilgi kaynaklarının çeşitlerini ve dil katlarının
katlarının düzeylerini buluruz. Geometrik hatlar (çizgiler) , burada soyut
hadlere (uçlar) dönüşürler. Had’ler de Hat’lar gibi izafidir. Zaten temsil
bize doğrudan ve kesin bir hakikat değil dolaylı, yaklaşık bir hikaye
sunarlar. İlim, ise bu ikisini yani metin ve manayı tefrik etmekle başlar.
İşte ilim - isim ilişkisinin (adları bilerek öğrenmenin) anlamı budur.
Hakikati hikayeden temyiz etmek, teferruatı asıldan tafsil etmek, hakkı
hakikatten tahric etmek ise daha yüksek bir ilim-isim ilişkisidir her halde..
Nasıl ki gözünün görme gücü (duyum eşiği ve perspektif gibi ) var ki bu sana
bir sınır verir ondan ötesini göremezsin. Bilmenin de bir sınırı vardır. Belki
deductif(tümdengelim/istintaç) , indüktif (tümevarım/istikra) ve anoloji
(benzetme/temsil) olarak mantıkta sunulan bilme yollarının ötesinde başka bir
"bilme" yolu yoktur. Bu parağraflar, tümevarım ve tümdengelimi
temsile indirgiyor gibi görünüyor. Ama bilgieden başka "sevgi",
korku, saygı, acıma, kin, düşmanlık gibi ilgilerimiz, mutluluk, kutluluk,
utluluk ve umutlluluk gibi ergilerimiz, eseme, sezinleme, esinlenme, dinleme
gibi algılarımız var. Bunlar bilginin ilk kapısı olan duyumlarımızın üstünde
olan yeti ve yeteneklerimiz, yeteneneklerle birlikte olanakların sınırlarını
açan yedeklerimizdir. Biz bir buzdağı gibiyiz. Suyun üstünde görenen cesedin
altında öylesine cesim bir varlık çokluk ve çeşitliliği yer alıyor ki, biz neyi
yıktığımızın yada neyi yaptığımızın farkında değiliz. Buraların tanıma ve
anlamada yaptığımız tek şey bir temsil: Bilme, görme "gibi"dir
-
- Ama temsil sadece bir tercüme türü. Bu
genelleştirme ne kadar gerçek ve ne derece
doğru bu tartışılır ama bizim ayn-gayr özdeşlik (benzerlik) ve karşıtlık
(başkalık) yasasından başka bir “karşılaştırma” yolumuz yoksa teşbih
(benzetme) ve mecazı (benzeştirme) an-dıran ve bize başkasını an-ı-m-satan
“temsil” den başka bildirme ve düşündürme, gösterme ve gönderme aracımız yokmuş
gibi görünüyor. Gibi, diyorum; ayn ile gayr ortasında ne kendisi (beni) ne de
başkası (benzeri) olan “misl” (temsil ve mümessil, temessül ve timsal,
misal ve masal, misil ve misli kökü) kavramı, biçimi göz-leme ve gör-me;
tasarımı, düş-ünme ve an-ma gibi işlemlerde nesne tanım-lama ve kimse
tan-ıma, gerçeği bilme ve anlama, olguyu anlama ve açıklama ve kuramı kurma ve
edimi kılma ve benzeri işletimlerde MİSİL VE GİBİ yararlı bir şekilde
kullanılıyor. Ama dediğim gibi bu tahlil (çözümleme) pek ala tartışılabilir..
Nitekim yukarıda tartıştık ve azında bildiğimizin, bilmediklerimizin sadece
"habercisi" olduğunu tespit ettik.
-
- Bu bütün (demek istemiyorum. Çünkü tüm, bütün, her, hep
bunlar tehlikeli kavramlar olduğunu bu yazı
gösteriyor) akıl yürütmelerin;
-
- önceki (ibtida) bilinen delile (Mukaddime),
- kanarak
- sonraki (intiha) bilinmeyen davayı (Hatime)
- “k-an-ı-t-layan”;
-
- Tümel yada tikel özneyi
- özdeşleştirerek
- tümel yada tikel yüklemi
- "t-an-ım-layan"
-
- parça örneklemi
- genelleyerek
- bütün evreni
- s-an-ı-la-yan;
-
- kanıları, tanıları ve sanıları
-
- özdeşleştirerek ( yada karşıtlaştırarak)
- kestirerek (yad kesinleştirerek)
- varsayan (yada yoksayan)
- olumlayan (yada olumsuzlayan)
- "yar-gı"layan;
-
-
- K-ANILAR, T-ANILAR, S-ANILAR, YARGILAR'ı
- an-lıyor musunuz ? anlıyorsanız bir yerden mi an-ı-msıyor
musunuz ?
- İşte bu sizin ÖZ-ünüzde dirler. Bunlar sizin ve bizim
öz-düşünüzdür, öz-deşinizdir.
-
- Bütün (acaba bütün mü ?) bu;
- AN-LAM-LAR,
- zihnin teorik öz-deş-lik ilkesinden türeyen öz-gülüğe dayanırlar
ve
- zihnin pratik öz-gür-lük ülküsünün uzantısı öz-erklikten
desteklenirler.
-
- Hayatımda tek şiir kitabı okumadım, ki onun için kuruyum.
Demek ki şiir kitapları anlam ve duygu yoğunluğunda böyle tek tek, satır satır,
kat kat yazılıyor. yazdıklarım şiire benzedi de onda..
-
- K.T.S.Y. Yazdıklarım kutsiyeti yok. Ama kutsiyetten uzak
kalan ne var ki ? "Ettahhiyyatü lillah" selamıyla bildiği ve
bilmediği tüm amaçları O'na bağlayan, narın da hoş, nurun da hoş bilen bir
müslüman; varlıkları Tanrıya, yoklukları kuluna vere vere varoluşunda sevgiyle
ilerlerken, iyiliklerden kötülüklerin çıkmasına, kötülüklerden iyiliklerin
doğmasını şaşırarak seyrederken, bazen, dile kalbine tercüman olarak dört
dizelik bir sahifeyi tüm gerçeği ifade ediveriyor ve diyor:
-
- "İlim, ilim bilmektir."
- İlim kendin bilmektir.
- Sen kendin bilmezsen,
- Bu nice okmaktır!
-
- Ama ben kendimi bilmeden, yazıyorum. Doğrusu bilerek,
okumaktır. Susmak ve anmak yerine konuşmak ve düşünmek yolunu seçenlerin
yazgısı böyle yazmaktır. Bu yüzden deneme ve yanılmalara hoşgörecek, araştırma
ve geliştirmelerime katlanacaksınız.
-
- Dikkat edereniz “de-yim”ler aslında birer “tan-ım”: yani
öz-d-eş (öz-düş), öz-gü, öz-gür, öz-erk, de-yim (benim demem) ta-nım ( benim
tanımam)
- Devam edelim,
- düş-ün özü yada eşiti öz (özdeş) ,
- gür-ün özü (özgür) ,
- erk’inözü (özerk)
- dek'in özü (özdek) gibi.
- Bu aslında tanım olan terimlerin uzantıları da var;
özdeşlikten eşitlik, özgürlükten eğemenlik, özgülükten özgünlük, özerklikten
bağımsızlık elde edilir.
- Bunlar düşünen - ÖZ-ün, an-da-ki an-ı-lar-ını, bilgilerini,
kurguları, sanılarını, tanılarını, kanılarını, izgelerini, imgelerini,
simgelerini ... var yada yok say-dığında, bu sayılanlara yani yukarıdaki
"öz-?"lere, süreklilik” verdiğinde onların bir kısmı “değişmez” tözler
olurlar. Bu tözlerin başında ben ve sen, ten ve tin, ben ve can, töz ve
toz, söz ve köz gelir. Doğa ve döne, töre ve tüze, küme ve tümce, varlık ve
olay, yapı ve işlev, uzam ve zaman, anlam ve amaç gibi statik ve dinamik,
potansiyel ve kinetik gibi bu tözlerle ilgili sınır kavramlarda bulunur.
-
- An-ımsamaların bir kısmı da “değişen”
ilinekler halindeki
“öz-el-lik”ler dir ve biz bunlardan "Ad" ları
çıkarırız. Tözler ve ilinekler felsefe tarihinde türlü şekilllerde tasavvur
edilerek değişik adlar ve başka başka kurgularla türlü türlü toplum dizgeleri
ve evren düzenleri oluşturulmuştur. Ve bunlar düşünce tarihinde düzeltile
düzeltile, geliştirile geliştirile ilerleyen bilgi ve düşünce sistemleri, hayat
görüşleri, toplum yolları, felsefe mektepleri oluşturur.
-
- bir değişkenin “içine” at-mak ve ona da
- bir değerin ata-mak
- bir belirtiye atamak,
- bir simgeyle göstermek ,
- bir sözcükle bağ-lam-ak
- bir terimle bel-irt-mek
- bir kavramla kuşatmak
- bir anlamla yaymak...
- ve böylece bir kalb varolur, bir lisan oluşur, bir dünya
kurulur.
- BU;
- biçimlenen imge
- DOĞRU VEYA YANLIŞ
- imgelenen simge
- GERÇEK VEYA YALAN
- tasarımlanan kurgu
- İYİ VEYA KÖTÜ
- kurgulanan biçim
- GÜZEL VEYA ÇİRKİN
- Olur desem yanlış
- Olabilir dersem doğrudur.
- Denemesi ve yanılması, düzenlenmesi ve düzeltmesi bana benim
işlevim
- Tartışılması ve eleştirilmesi, araştırılması ve
geliştirilmesi sizin görevinizdir.
-
- Şimdi bu varoluş ile ortaya çıkan evren;
-
- Kimine göre bu için dış da ki bir çevren,
- kimine göre de için dışın iç özeğe bir “yansıması” dır.
- Kimine göre içi ve dış ikisi birlikte ana baba gibi
- “dünya” denilen çocuğu doğurur.
-
- Atanan” felsefi değer”e göre dünya veya yansımadan biri
asıl (master/efendi) diğere gölge (slave/köle) olay haline gelir.
-
- Böylece biri diğerini “TEMSİL” eder.
-
- Böylece söz-ler’e yüklenilen,
- söz-cüklere taşıtılan,
- bel-ir-teç-lere aktarılan,
- simge-lerle anlatılan,
- kavram-larla tanımlanan ve
- adlar’la öğrenilen SÖZLER’
- birer ışık BİLGİLER’de birer aydınlık olur.
-
- Sonra biz bu belge ve bilgileri; kodlara, karakterlere,
patternlere (örüntülere), bitlere ve baytlara yansıtabildiğimiz kadar SANAL
dünyalar oluştururuz. Gerçek dünya “gayr”, mana dünyası “ayn” ise bu sanal
dünya bir “aks” oluyor, alem-i misal gibi, rüya benzeri bir dünya. Ama burada
en gizemli nokta aynanın “sırr”ını bulmada...
-
- İsterseniz şu dil töz (kök) lerine bir bakın! İz, im, sim,
söz ve töz, el ve bel, dil ve düş, bel-ge ve bil-gi göz ve gönül, uz ve
us, toz ve köz, tüze ve koza, ten ve tin, ben ve can, an-ı, ad, tan-ı,
san-ı, kan-ı-t ve tüm “sayı”lar. Bunlar bilgisayar dilinde “deyim”,
“değişken” ve “değer” olabilirler... ve tabii.. evrensel bağ-lamlar ve
bağlaç-lar yani (dır) (değil) (ise) (ve) (ile) (veya) (hem) (gibi) (yani)
(demek) (o halde - o zaman) (çünkü) (virgül) (nokta) (çizgi) (ayırmaç;düz yada
ters slaş) ları unutmamak lazım. Bunlara bilgisayar dilinde “değiştiren”
denir.
-
- İşte yaptıımız bu ışık benzetmesi ve aydınlık örneklemesi
de bir “MİSAL” dir.
- (Bu misalin ayrıntılarına indiğimizde güneşin ziyasının
yerkürede in’ikası, ayda aksi, denizde tenevvürü ve gözde tenviri tarzlarına
bize çeşitli bilgilenme tarzını örneklendirebilirler)
- Temsillerle tarif ettiğimiz
- (an-dır-ma-lar-la tan-ım-ladığımız yani dır-ladığımız ve
değil-lediğimiz)
- bütün (bütün sözü duydunuz mu dikkat edin çoğu zaman ve
sonradan parça olduğu ortaya çıkıyor ama kullanmaya alışmışız) bu;
- toz-lar, koz-ler köz-ler, tüz-ler, ben-ler, can-lar,
ten-ler, tin-ler gibi
- “gerçek” ve “sanal” nesne öğeleri
- kimse üyeleri yada ölçü birimleri,
- sözel ya sayıl simgeleri
- (ÖZ-GÜR’ce ÖZ-DÜŞ-LEMEK;
- “niyet/nazar”) oluşturmak ve böylece de ;
- göstergeleri çevirmek
- göndergeleri evirmek
- süretiyle;
- açıklanan ve indgirgenen
- betimlenen ve yorumlanan
- ANLAMLAR VE AMAÇLAR oluştururuz.
- Bu anlamlarla nesnelerin nelik (mahiyet), “gerçeklik”,
(hangisi ?) bireysellik, kimlik ve kişilik tanımları yapılmadan da
bilgilenme olmaz.
- İnsana her şeyin “varlık yapısı”nı atayabilme ve her şahsın
“olay işlevi” kurabilme yeti ve yeteneği verilmiştir. Bu yetenekten gelen
beceri ile insan adlarla öğrenmeyi ve tanımlarla bilgilenmeyi başarır. Çünkü
yeti ve yetenek nedeniyle kendini güç, düş ve yetki verilmiştir.
- Elbette bu başarı ile ortaya koyduğu yapı ve yapıtların
sorumluluğu ve yükümlülüğünü de taşır. (5)
-
- **
- Dinlendiyseniz konuyu yeni baştan alalım:
-
- ÖĞRENME VE BİLGİLENME işlemleri nasıl yapılır ? Bunu bir
parça derine inmeden betimlemeye çalıştık. Öğrenme ve bilgilenme sonucu elde
ettiğimiz AD VE TANIM’a biraz daha yakından bakalım.
- Bu dil ve düşünce öğeleri nasıl oluşur ve bunlar ne işe
yarar ?
-
- Önce ikinci soruyu cevaplayalım: Adlar ve tanımlar, bize
doğruluğu (hakkında) öğretir ve gerçekliği (hususunda) bildirir. Malumdur
anlatımda “ve” bağlaçları düzenli sıra izlerler. Buna göre yukarıdaki bileşik
tümce: “Ad, doğruluk, öğretirr”. İle “Tanım gerçeklik, bildirir”.
Alt cümleciklerinden oluşur. Buradaki parantez içindeki aid-yet (hakkında) ve
dair-iyet (hususunda) sözcükleri, bize doğruluk “ışığının” ve gerçeklik “aydınlığının”
dolaylı olduğunu gösterirler. Yani hakkında olan kim? Ya da hususunda olan ne ?
Bu içeriksiz biçimsel tümcelerden bunları bilmiyoruz ve öğrenemiyoruz! Ama
tümceden şu kesin sonucu çıkarabiliriz; amaç, doğruyu bulma ve gerçeğe
erişme, araç ise öğrenme ve bilgilenme, bunların aygıtı da dil ve
düşünce.. dilin ve düşüncenin öğeleri ad ve tanım. Eğer bu amaç
gerçekleşmiyorsa, dil ve düşünce, öğrenme ve bilgilenme, ad ve tanım anlamsız
kalacaktır. Demek, ad ve tanım bize doğruyu bildirmeye ve gerçeği göstermeye
yarar.
-
- Sıra birinci soruya geldi: Başta aynı anlamda gördüğümüz
öğrenme ve bilgilenmeyi burada ayırdık, “ilm”e adlarla öğrenme, “irfan”a
tanımlarla bilgilenme dedik. Şimdi, adın (tamlamanın) ve tanımın (anlamanın)
oluşması hususunda şunu söyleyebiliriz : bilgilenme (irfan) , ad-lama ile
doğal bellek olan hafıza ile yapılır, tanım-lama ile doğal işlemci olan zeka
ile mi yapılır ? öğrenme (ilim), içinde aynı soruyu sorabiliriz. Yani hafızı ve
zeka her ikisi için mi çalışır yoksa her birinin kendini mahsus bir aygıtı mı
var ?
-
- Ad-lamayı (nomos/tesmiye) kuvve-i hafızaya,(hatırlamaya)
- tanım-lamayı (nosyon/tecrid) kuvve-i hadse (zekaya)
- verebiliriz.
- Bu durumda;
- ilim ezber-i hatır/hayal
yani hafıza işi olur,
- marifet hads-i vehm/farz
yani zeka işi olur.
-
- Ezber (ad belleme) zikir mahalli olan lisan’dadır.
- Hads (tanım bulma-bilme) fikir mahallesi olan kalb’dedir.
- O zaman;
- ilim/öğrenme hafıza ve lisan,
- irfan/bilgilenme
zeka ve kalb işidir, diyebiliriz.
- Peki şeytan pardon AKIL bunun neresinde ?
- Bunların tümüne de
akıl diyebilirsiniz!
-
- {Kalemimi kaydırarak yine felsefeye giriyorum: Bizim düş
kışr-ımızın (kabımızın) lüb-ünde (özünde) iki yüz (yan) yada iki çekirdek
(kök) var. (belki nasıl üç parçadan ibaret bildiğimiz, kesrete ve afaka çıkan
“nesne” için, atomda (zerrede) iki yüz parça çıkmışsa, iki parçadan
oluştuğunu sandığımız, vahdete ve enfüse inen “kimse” için, ben (ene) içinde
tersine tek parçanın çıkacağına inanıyorum.
- Bu nedenle de çokluğun ötesini geçici yokluk, tekliğin
berisini de kalıcı varlık diye tanımlıyorum.)
-
- Düşünce çekirdeklerinin;
- birincisi İlkine
lisan/lüga, (logos’a benziyor )
- ikincisine kalb/nüha (nous’a benziyor) diyelim.
- Bu yerli yabancı salatasını görünce;
- Modların ve “adların”; formlarını ve kostantlarını ve
- Kodların ve “tanımların”; normlarını ve statülerini
- belirlemek;
- “karaktersiz” (yani ç, ş, ğ, i, ü gibi karakterleri egemen
dil tarafından yok saydırılan ki bunun sebebi bizim dili amaç haline getiren
kültürümüz )
- “Türk” diline mi kalmış derseniz, bende derim.
-
- Asıl olan olan dil ya da düşünce aracı değil. Asıl olan
doğru ve gerçeğe ulaşmak amacıdır. Nasıl insan olduğum için egemen yabancı
kelimeleri kullanıyorsam, Müslim olduğum için Arapça dilinden yararlanıyorsam
Türk olduğum için mecburen “Türkçe düşüneceğim” kusura bakmayın. Amacıma
ulaşmak için dil (lüga) ve düşünce (nüha) bu iki araçtan birisini araç olarak
öncelik vermek gerekiyordu. Dil yoksulu olduğumdan düşünceye ve tasarıma
öncelik tanıdım, dili ve biçimi ikinci plana koydum. Ama gördüğünüz gibi Arapça
yada Yunanca da olsa köklü ve eski dilleri nazara almıyor değilim.}
-
- Özeti;
- ilim hafızanın lisan/dil etkinliğidir, buna
modlama
diyorum.
- irfan ise zekanın kalb/düşünce işlemi idi, buna da
kodlama
diyorum.
-
- Eğer yukarıda cevap yeterli gelmiyorsa (gerçekten bana da
yeterli gelmiyor) soruyu bir daha soruyorum:
- Ad (ilim-malumat) yapMA mı ?
- Tanım (irfan-marifet) elde etME ,
- Zeka (hads=çıkarma) ile Mİ yapılır ?
- Natıra (hıfz=saklama) ile Mİ yapılır ?
-
- (Mİ soru ekinin gizli i-MEK-lik ek fiilinin gizemli bir
harf olan (“mim” - Em - M )’den çıktığını da dikkat edin.)
- Araya bir kılçık atıp dört soruyu birden sorup
sorusallaştırdığım için özür dilerim.
-
-
- Eğer, irfanla “bilgilenme” yi
kalb olayı yani ,
bilen (tanımlayan) ile bilinen (tanımlanan) arasındaki bir etkileşim, bir
düşünme sanmamıza göre, yanıtımız başka olur.
- Şayet, ilimle “öğrenme” yi
lisan olayı yani ,
bildiren bildirilen yada (öğretilen) (öğreten) arasında bir iletişim, bir
konuşma saymamıza göre, yargımız değişir.
-
- Yargımı ve yanıtımı henüz açıklığa kavuşturmuş değilim. Şu
cevabı verebilirim: Yukarıda sayılan araştırma ve sorgulamaları nasıl
yapabiliriz ? Cevabı basit: Merak denilen bir hocanın öğretmenliği ile
soru denilen asistanın yardımından başka “okumayı ve yazmayı” öğrenerek.
-
- Yani diyorum ki başkasından yarım yamalak yada yalan yanlış
DOLAYLI bilgileri yerine kendi DOĞRUDAN bilgilerinize başvursanız daha kısa
bir yol seçmiş olursunuz. Bu başkasına da bu yazının yazarı dahil. Maalesef
kurgularımızın “garanti belgesi” yoktur. Elimizden olmayan eksikliklerden
masun, gücümüzün ötesindeki yetersizliklerden sorumlu, değiliz, kendiniz
bilirsiniz. Hem zaten gördüğünüz gibi dünyamızı kendimiz kuruyoruz.
Başkasının dünyasını yada ürününü yada hizmetini kullanmak ona “bağımlı” olmak
demektir. Önemli ve acil değilse özgürlüğümüzü kısıtlayan, gerekli ve zorunlu
olmadıkça özgünlüğümüzü zedeleyen ücretiyle dahi olsa, bu başkasını kullanma
ve işlevinden yararlanma yolundan vazgeçmek kişinin yetkinliğini artırır. Kendi
yaptığım basit bir bilgisayar oyununu çok yetkinde olsa bir şirketin yaptığı
bir bilgisayar oyununa tercih ederim. Başkaların hizmetini ve başarısını
küçümsemeden ve diğerleriyle danışma ve işbirliğini terk etmeden kendi kurduğumuz
dünyayı tercih etmek insanın gelişiminin başlangıcıdır. Birde şunu tavsiye
ediyorum. Çağdaş okur yazarlık olan bilgisayarla
öğrenmenin hızlandırabileceğini ve bilgilenmenin yaygın hale geleceğini
unutmamak gerek. Zaten piyasa, İngilizce “dil”i ve bilgisayar “işletmenliği”
yoksa, üniversite diploması dahi para etmiyor.
-
- Tam öğrenmek için de; lisana, evreni okumayı belletmek ve
kalbe, insanı yazmayı öğretmek şarttır.
- Yazarken nasıl özne ve yüklemi kullanmadan cümle kursanız
anlamı nasıl bozulursa, öğrenirken de hafızanın bellemesi ile zekanın bulması
ile bilme gerçekleştirilmezse bilme unutulur.
- Öğrenilenlerin sürekli
yinelenmesi gerekir.
Tekrar tekrar sonunda ikrar olur. Ama bilgi, deneme ve yanılma, ar-ge ile
değiştirip düzeltilerek geliştirilmezse “içeri”deki dil ve düşünce durur
“dışarı”daki gerçeği izlemez. Bunun içinde öğrenmenin sürekli yinelenmesi
gerekir. Burada standart yinelemesi ile patent yenilemesi ilişkisi kurulur.
“Deney”imin bu öğretim ve eğitimi sonunda Âlim (Bilgin) olursunuz ve bir
“yaşam”ınızı idame edecek mesleğe kavuşursunuz. O meslekte bir esmayı
öğrenirseniz. O hüccet olan ilimle İnşaallah Rabbinizi tanırsınız.
-
- Daha kestirme ve daha kolay bir yol: Aşk denilen ananın
sevgisi ile baba denilen bilginin ilgisinden başka, “sağlam ve düzgün”
yaşayarak. Sonunda Arif yani “Bilge” olursunuz. Aradığınızı sabit olan
irfanla, Biiznillah Kendinizi bulursunuz. Ancak, bilginlik yada bilgelik her
ikisinde de olarak “ilim-(ıttıla)-irfan” tul-u şems yani aydınlatan ilim/irfan
güneşinin doğması temel teşkil etmektedir. Bu okusan da okumasan da münevver
olabilmek anlamına gelir. Ama ilk emir “oku” olduğuna göre okumak yararlı hatta
gereklidir..
-
- Yaptığımız denemeleri özetlersek:
-
-
1.
tanım-bilme ve ad-belleme (oku-ma),
-
2.
simge-yükleme ve imge-çözme,
(yaz-ma)
-
3.
gösterge-çeviri ve görüngü-eviri, (us-lama)
-
4.
AD-terim-kavrama ve
TANIM-deyim-an/la-ma,
-
5.
yan-anma ve yön-düşünme, (ara-ma)
- 6.
nesne-tanıma ve kimse-inanma, (uz-laşma)
- 7.
birlikte-tanışma ve karşılıklı-konuşma ve (and/laş-ma)
-
-
- Böylece ortaya nesneler arası etkileşimden kimseler
arası iletişime kadar yedi çift çıkarmış olduk. Aslında bir
hiçbir şey bilmeyiz, okudukça, düşündükçe, konuştukça ve eyledikçe biliriz.
Çünkü bize yüklenen hamule de mündemiç ve münderiç yönem (kasd) ve eylem
(fiil) düşünme (fikr) ve anma (zikr) atılımıyla (hamlesiyle) cehaletimizi
ve inkarımızı ortaya çıkarır, bizde onları ilim ve irfana dönüştürürüz.
Yeter ki halis ve hasbi olalım, safi soralım ve samimi arayalım.
-
- **
-
- İnsana, kabli (önsel/ a priori) olarak esma ve beyan
belletilmiş, nebiye bad’i olarak (sonsal/ a posteriori) ta kitabı ve
hikmeti öğretilmiştir. Din, hikmet, fen ve sanat önce hepsi birdi. Sonra
diğerleri teker teker dinden ayrıldı; fünun, ulum, hukuk olarak hakkı ve
hakikati aramada ve bulmada özelleşti, ihtisaslaştı, kurumlaştı ve gelişti.
Ama önce dil vardı.
Bütün bu etkinlikler “dil”in beyan zemini üzerinde yürürler. Bakmayın bu
veletlerin babalarına karşı çıkmalarına hepsinin kökü birdir. Bu etkinliklerin
hepsi “din” haline gelip yetkinlik zirvesine çıkmayı isterler.. Fakat her
şeyden önce ama dilden yani beyan’dan başka, sonra insana kalemle yazı yazma
öğretilmiştir. Nebi İdris, Mısırda ,oziris ve Yunan da hermes Ra çizgisinin
ucu bugün nereye ulaştı görüyorsunuz. Kitabetin kalem ve levh, belge-sayar’ın
yazılım ve donanımına dönüştü. Demek ki öğrenmenin ilk aşaması “yazıyı
okumayı bilmek kalemle yazmayı bellemek”tır. Tarihin yazının icadıyla
başlatılması, ardında belge ve iz bırakan ilmin, yani okuyup yazmanın,
bilgilenmenin temeli olduğunu gösterir. Bunun içinde değil bir isim, bir HARF
öğretenin “kölesi” olunmalıdır. Elbet hepimiz Allah’ın “kulu”yuz. Ancak öğrenme
ve bilgilenme, yazılı iletişim gibi sesli iletişimin dahi önünde bulunan
insani yetenek olduğu ve hocaya ihtiyaç bulunduğu açıktır. Çünkü, “ADLAR”ı
bilmeyene yani lafız ve manaları birleştiremeyene, terim ve kavramları
bağlamayana okuma ve yazma öğretilemez. Ancak öğrenme, okuyup yazma ile
başlamasa da öğrenme onunla geliştirilebilir ve öğrenmenin sonucu olan bilgi
onunla yaygınlaştırılabilir. (6)
-
- **
-
- Şimdi buraya kadar edindiğimiz öğeleri sıralamak
istiyorum:
- 1.Ad,
(değişken) söyleme ..
- 2.Öğrenme,
(yükleme) özne ..
- 3.Tanım,
(değer) dinleme ..
- 4.Bilgilenme,
(çözme) nesne ..
- Bu
dördünü daha önce sıralamıştık. Şimdi şunları eklemek istiyorum:
- 5.Düş,
(imge) kavram..
- 6.Okuma,
(deyim) iletişim ..
- 7.Konu,
(simge) belirteç..
- 8.Yazma,
(değiştiren) etkileşim…
-
- Bu
sekiz satıra ilişkin ad ve sözcüklerimizi, sözlerimizi ve tümcelerimizi, yüklem
ve yargılarımızı dilediğimiz kadar artırabiliriz.... Bunlar öğrenmeye ilişkin
“içerikli” bilgilerdir. Daha önemlisi bunlar benim “kurgu”larımdır. Gerçekliği
gerçekten arıyorsanız en kestirme yol, içerikli bilgiden vazgeçip biçimsel
bilgiye yönelmek yani öğrenmeye ilişkin kendi düşüncelerinizi ortaya koymaktır.
Burada kadar bu işe girişecek kadar bilgiler sunuldu. Bu yolla ve özelde
düşünmede yöntembilimsel analizden yararlanmadan sonra, görülecektir ki gerçekliğin
kurulmasında kişisel payımız önemli, bireysel gücümüz etkin ve kimsel katkımız
belirgindir..
-
- Adla
öğrenmeye ve tanımla bilgilenmeye daha yakından bakalım:
-
- Tanıma-lama ile bilgilenme, karşılaştırmalı (mukayeseli) bilgilenmedir. TARİF; kesin dedüktif
(tümevarımlı) muhakemeye veya koşullu bölümlü (tasnifli) hipotetik
müşahedeye dayanır. Tanımlar olguları ikinci dereceden temsil ederler. Ancak
tanımlar kümesine verilen “başlık” ile tüm tanımlar ad haline getirilebilirler.
-
- Ad-lama ile öğrenme de,
koşullanmalı (şartlanmalı) öğrenmedir. TESMİYE tahdid (uçlama) ve tecride
(soyutlama) dayanır. Adlar olguları birinci dereceden temsil ederler. Ancak
her ad zıddıyla bilindiğinden yani her ad karşıtıyla düz yada ters bir
kavramla, benzer yada başka bir anlamla “tanım”landığından, adlar ve tanım
ayırımı izafi hale gelir. İzafetin götüreceği yer son çözümleme salt yada
saçmaya götürecektir. İkisi sonuçta, kendi ve içimizdeki doğruluğu ve başka
ve dışımızdaki gerçekliği doğrudan yada dolaylı bir şekilde ilgilendirdiğinden
şöyle bir yargılama yapmak zorundayız:
- Görüngüler yani varlıklar ve olayların olası gerçekliği,
soyut yada somut olgularının varlığı; ancak ve ancak, verili belirtilerin
göster-ge-liği ile çevrildiğinden, ilkeli kanıtların gönder-ge-liği ile
evrildiğinden, çeviri ve eviri dil ve düşünceyi gerektirdiğinden, dil ve
düşünce de ad ve tanımın öğeleriyle yapılanıp işlediğinden öğrenmenin sağlam ve
düzgün bilgi vermesini ve böylece gerçeğe ve doğruya ulaşmamızı sağlayacak
yöntem nedir ? arayışı değerini yitirmeyecektir. Bu nedenle bu biçimsel
bilgiyi verecek öğrenmeyi öğrenme önemlidir.
-
- (siz bu geniş zorunlu dır-dır’ları doğru sanmayın ve geniş
zamanlı ır-yor’lu tanımlara kanmayın.. Bu salt ve kesin görünen yargıları
ayırt-eden eleştirinize emanet ediyor, değer-veren denetim ve düzeltiminize
sunuyorum.)
-
- Şimdi
marifetin kökü olan tarif yenilemesi, itimadla devam eder, ilim özü olan isim
yinelemesi, itiyadla sürer. İnsanlar lisan tezyidi (bilgi artırma) ve kalb
tezkiyesi (tanım arıtma) işlemini dengeli gerçekleştiremezlerse bu yinele ve
yenilemenin nöbetleşe salınımının dozunu kaçırarak birine saplanırlar.
-
- İnsan bir çok işleri ve pek çok konuları öğrenebilir. İlmi
ledünden ilm-i fünuna, ilm-i hikmetten ilm-i dine kadar, alanlar ve bu alanlara
uygun yöntemler çeşitlilik ve başkalık arz eder. Ama insanın öğreneceği ilk
şey okuyup yazmak olmalıdır. Çünkü bu anahtarla pek çok hazinelerin kilitleri
açılacaktır. Şu halde öğrenmede ilk aşama “Kalem”i kullanmaktır ve bu kalemle
“taallüm” , yani KİTABET bilgi edinmeyi kolaylaştırır ve bilgilenme sürecini
hızlandırır.. Eğer öğrenmeyi “bilgi edinme ve edinilmiş bilgilerden yeni
bilgiler çıkarma” ile tanımlarsak, ki bu ilk aşamadan daha sonra gelen
bir etkinliktir. “taakkul” (akletme) alanını genişletmek, “tefekkür” katını
yükseltmektir. Yaşamın yada bilimin bir alanında, sorularına çözüm ve
sorunlarına çare arayan insanın, bulduklarını, açıklanabilir ve
kullanılabilir bir veriye ve bilgiye dönüştürmesi etkinliği de bir öğrenmedir.
“AÇIKLAMA”
yapabilmek, bilmenin ötesine ve verilerin arkasına gitmek, bildiklerinin
berisine ve verilerinin yorumuna geçmektir. Bu ikinci düzey öğrenme ile
kişi, araştırma (arama ve bulma) vetiresine gerçekleştirir ve geliştirme
(deneme-yanılma-düzeltme) sürecini katılmaktır.
-
- Öğrenme öğretilemez ancak okuyup yazma öğretilebilir. Bunun
gibi Bu ikinci seviye “öğrenmeyi öğrenme” de öğretilemez. Ancak onunda kendine
göre bir okuyup yazması olabilir. Belki bu öğretilebilir. “öğrenmeyi
öğrenme”den kastedilen bu olmalıdır. Bu doğuştan gelen ve sonradan kazanılan
bilgilerin aydınlığını artırma süreci dahi belki “öğretmensiz öğrenme” yada
“kendiliğinden öğrenme” olarak tanımlayabiliriz. işidir. Belki kısaca “düşünme”
dahi diyebiliriz. Zaten okuldan çıkıp deneyim ve yaşama atılınca ne yapıyoruz
ki ? Okul bize bir bilim alanına giriş verir, o alanın temel bilgilerini
kazandırır, o kadar. Sınavın ve diplomanın fonksiyonu budur. Giriş ve izin
verir. Bu alanda başarıyı ve onuru yakalamak ve o alana yeni bilgi ve
becerileri kazandırmak; öğretmenle ilişkisini kesse bile (saygı ve sevgiye
layık hocalarımızla bağlantıyı koparmayı hiç önermem ama maalesef yapıyoruz)
öğrenmeyle ilişkisini kesmeden “okuma”sını sürdürmekle olur. Bunu öğrenmeyi
seven, bilgilenmenin tadını alan, öğrenimin onurunu duyan, toplumun üretimine
katılan, kamunun eğitimine katlanan yapabilir.
-
- Şu da var ki öğrenme insan için bir zorunlu bir iş, yaşamsal
bir işlev ve toplumsal bir görevdir. Çünkü öğrenme başka bir ifade ile “bilgi
edinilmesi”, düşünme ve konuşma yani anlama ve adlandırma yeteneğine
sahip her insanın yaptığı hatta yapmaya mecbur olduğu bir etkinliktir. Çünkü
bireyin fizik ortam ile olan dengesi ve topluma uyumu hep bilgilenmesi ile
mümkündür. Kişinin kamuya katkıda bulunması ve bireyin toplumsal üretime
katılması, kimliğini bir meslek ve sanatla ifadesi, kişiliğini aldığı eğitim
ve öğretimle geliştirmesi, hep bilgi ile gerçekleşebilir.
-
- Demek
ki insan öğrenmesi ve “Öğrenciliği” yaşamın bir dayatmasıdır. Öğrenmeyi
öğretmesi ve “Öğretmenliği” de deneyimin bir desteğidir.. : Yaşamın dayatması
yaratılışın bir sınavı, deneyimin desteği ise buyruluşun bir yarışıdır.. : Bu
yüzden insan öğrenecek ve öğretecek, düşünecek ve düşündürecektir.. :
öğrenecek ve hafızasıyla belleyecek, bilecek ve zekasıyla bulacaktır.. : Eğitim
ve öğretim olayına öğrenciliğiyle yenileme ile katılacak ve öğretmenliğiyle
yineleme ile katacaktır. Ancak öğrencilik ve öğretmenlikle iş bitmez.. : Ancak
bu yatay ve düşey “merdinevi” sürer gider. Öğrenimle edinilen bilgilerin
kullanılması gerekir. Eğitimin yararlı olması için, bilgiyle edinilen
becerilerin ve başarıların daha yüksek amaçlara hizmet etmesi lazımdır.
Öğrenme ve onun ürünü olan veriden ve bilimden, insanın “anlaşılması”,
evreni “açıklaması” yada kişinin kendini “ bilmesi” ve başkasını
“tanıması” gibi yüce sonuçlar doğmamışsa, bilim ve başarı anlamsız
kalır.
-
- Her şey gibi amacına ulaşmakla, öğrenme araç ve aygıtları
olan akıl ve ilim yetkinliğini bulur . Çünkü insan bu üçüncü ve üst düzey
öğrenme ve bilgi sayesinde erdeme ve mutluluğa kavuşur. Öğrenmenin üçüncü
seviyesi şunları içerebilir: Doğumun anlamı ve ölümün amacı nedir ? Bunun
cevabı; evren ve insanda gizlenen bir “tasarım”ın özünü aramak felsefi
sorusaldadır. Ya da yaşamın (hayatın) tadı ve tanıncın (şuurun) anı nedir ?
Bu da gözlenen bir “biçim”in altında yatan yüzü bulmak gibi dinsel bir
sorunsaldır. Bu bitmeyen sorular (sorusal) ve sorunlar (sorunsal) felsefe ve din
ilişkin üçüncü ve dördüncü seviyede ortaya çıkar ve ancak yorumların dayandığı
“yaklaşım” ve yargılar altında yatan “yönelim” ile çözülür. Bunlar bir nevi
letaif “eğilim”leridir. İtiyad ve itimadlar gibi “itikad” (inanç)lar da idrak
ve irademizi biçimleyen, iktidar ve ihtiyarımıza yön veren, saadet ve
faziletimizi besleyen ve nihayet hüviyet ve şahsiyetimizi belirleyen
köklerdir.
-
-
- Dinle gelen ve dille korunan ve “inanma” denilen şu sönmez
ışık ile; öğrenmenin en genel “şekli” olan mekan ve zaman “tanımını” bulur.
Gönülle beslenen ve “bağlanma” denilen değişmez görüş ile; öğrenmenin en
tümel “sureti” olan anlam ve amaç “saltlık” kazanır. Kimi hakka ve hakikata ve
Allah’a kavuşur kimi batıl bir hikayeyle uğraşır. İnsanının mutlu ve kutlu
olması, utlu ve umutlu bulunması başka bir anlatımla, insanın artırması ve
arınması, artırdıklarını koruma ve arıttıklarını kurtarması bu üçüncü düzeydeki
uğraşlarla arayışlarına kavuşabilir… Sonunda kimimin mutluğu bozulur kiminin
ki yeniden kurulur. Şu da var ki en zor ve en son elde edilen öğrenme, budur.
Ama insan bununla gelişir ve yetkinleşir, enginleşir ve benginleşir. Demek ki,
öğrenme’nin anlamını araştıran ve bilgilenme’nin amacına soruşturan bu
okuryazarlık, bu en kalıcı bilme ve en sürekli tanıma olacaktır.
-
- Şimdi
bu bildiride, öğrenmenin alt aşaması “Öğrenme” ile üst aşaması “İnanma”
arasındaki ara faaliyeti yana “Öğrenmeyi Öğrenme” yani “düşünme” üzerinde
durmak istiyoruz. Burada (kendine) öğretmen (olan) öğrencinin yani
ÖĞRENİCİ’nin düşünmesini izliyoruz. İşte bu öğrenme; bilimin ve bilimsel
tutumun, bilimsel düşüncenin belki de doğrudan “düşünce”nin temelli
özelliğidir.
-
- “Öğrenme” ve “inanma” gibi
“düşünme” dahi
öğretilemez. Hatta bu nedenle genel de düşünme, özel “sol görü” olarak
nitelendirilebilecek “bilimsel düşünce” her insanda mevcuttur. Bu sol görü; ,
bilimsel düşünceyi abartan, her şeyi evren ilimleri tarzında bakan, hatta
maddeyi SALT hale getiren ve nedenselliği putlaştıran kimselere yada
guruplara münhasır kılınamaz. Çünkü “sol görü”, aynen “sağ duyu” gibi her
kimsede doğuştan ve doğrudan vardırlar, yaratılıştan ve önsel olarak
verilmişlerdir. Kişiler doğuştan düşünmeye, araştırmaya, öğrenmeye, öğrenmeyi
öğrenmeye yatkındırlar. Ama şu sorulabilir “Acaba “öğrenmeyi öğrenme” yi
kolaylaştıracak bir “okuyup yazma” var mıdır ? Burada bunu tartışmak
istiyoruz. Eğer var ise her okuyup yazma gibi bu öğretilebilir mi ? bunu
olanağını irdelemek istiyoruz.
-
- İşte
bu yüzdendir ki şu tanışkı (itimad) ve alışkı (itiyad) kolayca önyargı ve
saplantıya, tutkunluk ve düşkünlüğe dönüşebilirler. İ’tikadlar dahi farkında
olmadan inad ve taassub ortaya çıkarırlar. Bunlarda sosyal örf ve adetler gibi
psik yapımızda yerleşik gelenek ve göreneklerimizdir. İnsanların aykırı katılımcıları
azdır. Bunların devrimci savaşımcıları daha az olur. Böyle örnek ve
öğretmenler, yolu açan öncü ve önderlerdir. Her asrı bir güneş gibi
aydınlatırlar. Ama bulundukları yüzyıl zamanla kararır, yeni bir öncü öğretmen
gelinceye kadar. Eğer siz bu öncülerinde yolundan gidiyorsanız ve karanlık bir
zamana rastlamışsanız, eskiden çözüm zamanında devrimci ama şimdi sorun olan
statükocu olanlarla karşı karşıya gelirsiniz. Bunlara kendini ilerici
zanneden tutucuları eklerseniz, eski devrimciler ve yeni tutucular ile
birlikte sizi engellediklerini görürsünüz. Bunlar iki yanınızdan, sağınız ve
solunuzdan tutarak, siz bir tarafa yıkmaya çalışırlar. Başaramadılar mı yıkıcı
ve gerici suçlamasıyla, daha fazla ilerletmezler.. Tabii bu hep iş zorla olmaz.
Sürekli baskı ve dayatma kullanılmaz, ödüllendirme ve yemleme ile de olur.
Çoğumuz yemle birlikte zokayı yutarız.. Ve farkında olmadan siyasi ve ekonomik
beslenen doğma ve paradigmalar halinde geleneklere bürünür. Sağcı yada solcu
oluruz. Gerici yada ilerici diye yaftalanırız. Bu zihni alışkanlıklardan
kurtulmanın zorluğundan dolayı Atom bombasının kaşifi, ön yargıyı parçalamak
atomu parçalamaktan zordur demiş. İşte bu yüzden biz kolayca dini
ideojileştiriyor, ideolojiyi dinleştiriyoruz, böylece mezhepler dinler, doktrin
doktorları mesihlere dönüşüyor. Bir kitap, bir film, bir eser kült
oluşturuyor. Çünkü insanlar bilgi üretmeye gocunuyor, hazır yargılara yamanıyor
ve yorumlara yaslanıyor. Gerçekler kopyalarıyla mübadele ediliyor, asıllar
sahteleriyle yer değişiyor. Bu da günümüz eğitim ve biliminin kalitesinin
sorgulanmasını gerektiriyor. Ama önemli olan “tutuculuk” kurtulmaktır, bunun
için gerekli olan özümüzdeki yıkıcılığımızı denetlemek ve kendi
gericiliğimizi eleştirmek. Bu da , içimizde ürettiğimiz “kopya”mızdan
kurtulup özgür ve özgün olan öz benimize kavuşmağa bağlıdır.
-
- Galiba
bunun içinde öğrenmek, öğrenmeyi öğrenmek gerekiyor. Bu işin ayrıntılarını
sizin merakınıza ve sonraki çalışmamıza bırakıyorum. Ama iyiliğin aydınlığına
açlığımız ve güzelliğin ışığına tutkunluğumuz bize umutsuzluk vermez ve
karamsarlığa düşürmez. Ömür denilen verilen bu fırsatı değerlendirip öğrendikçe
ve bu yaşam deneyiminde giderek bilgilendikçe, yaşantı ve davranışlarımız
giderek olgun ve kararlı olacak, görüş ve tutumlarımız daha yetkinlik ve
içtenlik kazanacaktır. Belki bu yüzden bir ekmek yemekten bir de öğrenmekten
bıkmıyoruz. Birde yemek gibi bilgiyi çok tüketsek..
-
-
Günlük yaşantımızda sürekli yinelediğimiz
adetlerimizi, geç yatmama ve erken kalkma, aç oturma ve tok kalkmama,
azalarını temizleme ve avretlerini örtme gibi “Sünnet” adı verilen kurallara
uysak, hem nakdimizi israftan , vaktimizi zayiden ve sağlımızı hastalıktan
korumuş oluruz. Ömrümüzü çok uyuma, aşırı beslenme vadini gerçekleştirememe
ve vazifeye geciktirme gibi bağımlılık yapan bu araç faaliyetlerin
zararlarını ve zaman israfını kısmakla okuma, öğrenme, düşünme gibi daha
yüksek araç etkinliklere ayrılan zamanı artırmış buluruz. Zaten bunlar yüksek
bir öğrenme gerektiren teorik etkinlikler değil, gençken eğitim ve kişisel
disiplin gibi pratik alışkanlıklardır. Kendimize zamanında bu disiplini
verememişsek çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırmalı, onların yatma ve
yeme disiplinine önem vermeli ve gençleri motive etmeliyiz. Çünkü bu disiplin
yaşlanınca daha zor gerçekleşiyor. Eğer bunları halis bir niyetle ibadet
amacıyla yapsak, aynı zamanda bu araç faaliyetler amaç işler haline gelerek
ebedileşirler. Sünnete uyma, bu bilgi yarışında gerek hız yanında süre de
kazandırarak, asıl sermayemiz olan aklımızı ve ömrümüzü artıracaktır. Belki
öğrenme yanında biraz da lüks olan “öğrenmeyi öğrenmeye” de vakit bulabiliriz.
-
-
“Öğrenmeyi” öğrenmeden
size “öğrenmeyi öğrenmeye” getirdiğim için sizden özür mü dilemem lazım yoksa
“öğrenme” adından “öğrenmenin öğrenilmesi” tamlamasına yada “öğrenmeyi
öğrenme” bilgisine yada “öğrenme öğren/öğrenme” buyruğuna veya “öğrenme,
öğrenilebilir/öğrenilemez” tanımına götürdüğüm için teşvik olunmam mı lazım
bilemiyorum. (öğrenmeden öğrenmeyi öğrenmeye geçişte sizleri, düz yazıya
dönüştüremediğim için afvınızı beklediğim HAML adlı
haml01-2-3-4-5-6 şemalara emanet ediyorum) Ama ne olursa olsun, belki soruna
bir parça açıklık kazandıracak bu başlık, dil ve düşünce ilişkisini biraz daha
aydınlatacaktır.
|