Felsefede iki önemli otoriteye ait iki cümle bence
gerçeklik konusunda hikmetin üzerine düşen saptamayı yaptığını
gösterir. Ve içerikli hikmete, sözde felsefeye ve başıboş fenne ve
baskıcı dine artık bir son verilmesi ve akılların özgür bırakılması
gerektiğini göstermektedir:
Birincisi Bilgi Felsefesinin kurucsu Immanuel KANT’a ait
“Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler ise kördür.”
Cümlesi. İkincisi ise, Ludwig
WİTTEGENSTEİN’İN Tractatus Logica kitabının son cümlesi olan
“üzerinde konuşulmayan konusunda susmalı”
Çünkü bundan önceki cümlesi: “Benim cümlelerim şu yolla
açımlayıcıdır ki, beni anlayan sonunda bunların saçma olduklarını görür
-onlarla-onlara tırmanarak- onların üstüne çıktığında. (Sanki üstüne
tırmandıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekir.) Bu tümceleri aşması
gerekir o zaman dünyayı doğru görür.”
Din, bu noktada, yani “medeniyetin, (M)
miminin kaldırılması” işlemi karşısında ve oluşan
deniyet durumunda, boş ben’e “amaç” ve yalan dünya dediğimiz
dünya oyunu’a “anlam” verirken, ateistler bu boşluluğu
doldurmak amacıyla dine yaslanıldığını ve gerçeklik karşısında
korkulduğunu ileri sürürler. Ancak onlar da, “korkma”nın
köklü-yetersizlikten doğan sorumluluk (kasr)
gerçekliğimizi ve “yaslanma”nın köken-eksiklikten çıkan zorunluluk
(naks) neliğimizi bir yana atsalar bile,
dilleriyle boş ve oyun deseler de, elleriyle bir gerçek değeriyle
düşe düşkünce bağlanarak, nesnelerin kayboluşunun acısını şuur
altı ederken ve kimselerden ayrılığın üzüntüsünü göz ardına atarken
başka bir “iş” mi yapıyorlar ?
Ateistler, yokluğun ve yoksunluğun acısını oyun ve
eğlencelelerle hatta acı ve sıkıntılarla unutmaya
çalışıyorlar, uğraşma ve çalışmaları altında gizliyorlar.. Hasılı
fen, felsefe ve teknoloji ile hukuk, ahlak ve ideoloji ile
kurduğumuz bu gerçeklik, medeniyetin bu umran (ilkeler ve araçlar)
ve bu harsı (ülküler ve amaçlar), bizzat uygarlığın yetkililerinin
(yukarıdaki iki cümle) itirafiyle, bir düştür.
Din, ise bu düşü gerçekliğe kavuşturan bir düşünüş;
düşüş ve alçalışı yüksekliğe ve yüceliğe dönüştüren bir güçtür.
Fakat bu uygarlığın makinalaşan sahipleri o derece umutsuzca bu düşe
yapışmışlardır ki onu bozmayı bırakın onun aksini düşünmeye dahi tahammül
edemezler. Çünkü muhtar fail (özerk eylemci) bir hürriyetin
mükellefiyetini tüketip münferid kâsıd (bireysel yönemci) bir ayniyetin
mesuliyetini yitirmişlerdir. Doğruluk ve güvenilirliğini tüketip
yitirenler, başkalarını da kendileri gibi görmeye mahkumdurlar. Bu yüzden
kendi gibi düşünmeyenleri karanlık ve gerilikle suçluyıp olmayan
geleceklerini kurtarmaya çalışıyorlar.. Oysa ahiretlerini
kaybediyorlar. Diğer taraftan dine çağıranların çoğunluğunun da bu
düş’ü sadece gönülleriyle yadsıyıp, uslarıyla düş(ünücenin)
gücünden yararlanmadıklarında ellerinde hakkı, karşılarındaki kuvvetle
birleştiremediklerinden onlarda dünyalarını kaybediyorlar.
Hasılı, yokluğu unutmak için dine yaslanmak ile
ölümü unutmak için dünyaya bağlanmak özü itibariyle ayni iştir.
Çünkü soyut yokluk, somut ölümün gerçeğinin mahiyetidir. Bu O, bu Sıfır
(0), bu “Boş”luk, boş değildir. Bu nedenle gerçek şu ki dünya boş ve
kör olmadığı gibi insanda kimsesiz ve yalnız değildir. Yine bu
nedenle, medeniyetin yani uygar dünyanın ve çağdaş şehrin,
savurganlığı sıfıra düşürebilmesi zorunludur ve saldırganlığı en aza
indirebilmesi gereklidir. Sorumluluğu ve yükümlülüğü tüm kimselere düşer.
Nesneleri ve kimseleri özgürlüğü kadar kullanan onlardır. Yine bu
nedenle, insanın varlığını anlamlı ve amaçlı sürdürebilmesi, ancak
ve ancak nesnelerin yaratılışınında kimselerin buyuruluşununda temeli olan
dine (doğru yola) dönmesiyle mümkündür.
Dini temsil edemeyen ve bu yüzden tebliğini yapamayan
dindarların dini örtmesi ile dini tanımayan ve bu yüzden insanı ve dünyanı
anlamayan dinsizlerin dini karalamasının fazla bir önemi ve
kendilerine de dişe dokunur yararı yoktur. Sadece dünyayı
kendilerine zindan ve ukbalarını kendilerine gece yaparlar. Dinin
günü geldiğinde Kur’an güneşiyle uyanacaklar ama
“velasr-innel-insane-lefi-husr” o zaman, aleyhilerine işlemiş
olacaktır.
Gece ve gündüzden ibaret günün kullanımının “BEŞ
VAKİT” ile ibadet haline getirilmesini İslamiyette
buluruz. İslamiyetin buyrukları helal ve haramları bir yüktür ama
emir ve nehiyleri aynı zamanda güven veren bir yükümlülüktür.
Bunlar iman denen koruyu iç atmosferi yani intim-sferi hazırlayan yapı ve
işlevlerdir. Bir atmosfer şeraiti (koşulları) gibi bu
şeriatta (kurallarda) koruyucu kalkan gibi kendine
bağlananı çevreler ve onun idrak ve irade yüzeyinde hayat emamrelerinin
doğmasını sağlar.
|