MATRIX ÜZERİNE
 
 

sorunların çözümleri

 

Sorunların cisme yada zihne ilişkin olmasına göre  “mesail-i maddi” ve “mesail-i manevi” diye ikiye ayırarak “MUHAKEME” edebiliriz. Bu ayırım, “Malik-i yevmiddin” ismine dayanır. Gün (yevm),  fıtratın şeraiti ve yol (din)  ise şeraitin feraizidir. Daha derine inersek, bu ayırım;  velayetin riayeti ile risaletin riyaseti arasındaki ince ve duyarlı kulluk ve elçilik ilişkilerinin ortaya konulduğu tinsel ve tanrısal arayüze dayanır. Şimdi biz bu berzahın dış yüzünde yer alan problematiğe girişeceğiz.
Medeniyetin umran ve hars yanları, lojiğimizin ideo ve tekno yönleri, ulumun funun-u medeniyye  ve hukuk-u diniyye  ciheti, sebebiyetin illiyet ve akibet vechi bize hep iki tarafı göstermiştir:  Beynimizin sağ ve sol lobu, bedenimizin sol  ve sağ üyeleri gibi.
Birincisi; gelişmeli “gerçek”lerin ve  evrimli koşulların, “değişen” yanı. Çokluk. 
İkincisi; yetkin “doğru”ların ve  tam kuralların “sürekli” yanı. Birlik.

Örneğin Fizik-Kimya-Bioloji (FKB) ilimlerimiz  evrimli bir gelişme gösterdiği halde onlara temel teşkil eden lojiko-Matematik gerçekler Aristo’dan  ve  Pitogordan beri fazla değişmedi. Jaspers’in deyişiyle biz Yunanlı Hekim Hipokrat’ı aştık fakat Yunanlı Filozof Sokrat’ı aşamadık, hatta O’nun kadar iyi bir filozof değiliz. Keza matematik gibi ahlak, hikmet (felsefe) ve din konuları da maddi değil manevidir.  Fıtrat ve Hilkat hakkındaki bilgilerimiz gün ve gün sürekli değişir ve gelişirken,  zaman,  bulunan çözümleri eskitir ve yeni sorunlar ve bunlara yeni çözümler ister. Bunun farkında olmayanlar da eskiyen gelenekle yetkin yineleneni ayırmadan, din adına  her türlü yeniliğe kavgalı kalır. Bazıları da tersine eskimeyen yeniyle, eskiyecek gelişimi birbirinden ayırmadan, geçmişten gelen ne varsa onu karşısına alır. Bunun çaresi, konuları maddi (gün) ve manevi (din) diye bir ayırıma tabi tutmaktır. Şimdi bir ayırım daha yapalım maddi ve yevmi mesail; gelişen yenilik, manevi ve dini mesail;  yinelenen gelenek. Elbette bu ayırım, bütün ayırımlar  gibi genel bir bölümleme olan taksim ve tümel bir uçlama olan şablondur. Ve yine elbette bu ayırımların istisnaları , bölümlemlerin teferruatı  ve kutbi uçlamaların birbirine   nisbi girişimleri bulunacaktır. Demek esas sorun, dini gelenek ile  fenni yenilik arasındaki sağlam ve sağlıklı bir ilişki kurmaktır.   Şimdi güç olan bu problematiği kurmaktır. Yoksa problemi yoksayarak,  dinin fenn ile reddi veya nefyi  yada fennin din ile nefyi veya reddi sorunu çözmek değil, geçiktirmek belki sorunu ağırlaştırmaktır.

Dine karşı  olmanın  ve dinin çağırdığı Tanrısallık düşüncesine karşı koymanın iki temel nedeni vardır:
Birincisi; Dinin;  düşünce, davranış ve yaşantıyı  kısıtladığı kanısı.

İkincisi; Tanrının varlığının, gerçekliğinin ve yüceliğinin yadsınması

Birincisi insanın sorumluluğunun konulmasına karşı koyma..
İkincisi , insanın  eğemenliğinin  kaldırılmasına bir  başkaldırı..

İşte inanç, bu iki noktanın ve karşıtlarının bir bileşkesidir diyebiliriz.   Bu bileşkenin (tek yönün) doğrultusu, ister ateist ister teist dikeyde olsun, ister septik ister doğmatik yatay da  bulunsun,  sonuç;  monisit yada dualist gerçekliği içeren dindir. Şunu demek istiyorum: Bir kerre sorumluluğun (Allah’ın yaratılıştan  akıl ve vicdana yüklediği mesuliyetin)   doğurduğu baskının gücü ve eğemenliğe bindirilen (Allah’ın buyuruluştan kitaben indirdiği ve rasulen gönderdiği  mükellefiyetin)  yükün ağırlığı ile  yoksunluğun (insanın naksının yani ücret (ödün)   ve vazife (işlev) karşısında aczinin ve fakrının) basıncı ve eksikliliğin (insanın kasrının yani  fariza (görev)  ve hizmet (ödev)  karşısında terk ve tehirinin) utancı arasındaki oluşan dengelerin   oluşturduğu üstelenemez ve yeğlenemez durumun bir seçimi olmalıdır. Akla kapı açan ama ihtiyarı elden almayan bir teklif (öneri) ile tercih bila müreccih bir intihab  (seçim) arasındaki ilişkidir. 

  İşte bu ilişki, fennin ve dinin bütün içerikli bilgilerin üstünde, hikmet ve felsefenin bütün biçimsel ilkelerinin üstünte ve onlardan bağımsız salta yönelik  ve sonsuza dönük tarafımızdır. 

Laiklik ve la-ikrahelik,  aklın ve naklin  din ve vicdan hürriyetine koyduğu bir güvence.  Ama uygulamada zorla başkasını kendi güzelliğimizin ve iyiliğimizin  cenderesine sokulmaya çalışılması  ayrı bir sorun. Laiklik ladinilikten sıyrılıp la-ikraheliğe geliştikçe, gelecekte,  teism  ve ateizm adına yapılan dini baskıların azalacağını düşünüyorum. 

Din ise, Tanrının va’z ettiği gün ile vaad ettiği din arasındaki kurulan pozitif yada negatif bir denge ve kararlı yada kararsız bir  uyum, bunu ifade eden görüş ve tutum, bunu gerçekleştiren yaşantı ve davranış bizim varoluşumuzun yönünü, rengini ve sorununun çözümüne ilişkin seçimidir. Her rey  alternatifleri diler, her seçim seçenekleri ister, her tercih şıkları gerektirir. Nitekim teizme karşı a-teizm’i çıkarıyor, doğmatizme karşı skeptizmi  koyuyoruz.

Kanımca, bütün seçimlerde olduğu gibi, inanç ve din seçiminin de “rastgele” bir gidiş yada “düzenli”  bir yürüyüş olarak,  nitelenmesi  kuramsal bir yaklaşım ve tanımlamadan başkası olamaz. Çünkü birbirine tam karşıt konulan bu iki kavramın ilkine takdir ikincisini kader diyerek aynı köke bağlıyorum da ondan.  Sonunda hasıl olan takdir yada kader bir yaklaşım, bir seçimdir. 
Nedene bağlıyasa amaçsallık olamaz o seçim. Amaçsallık yoksa özgürlükte yoktur. Nedenselliğin bulunduğu yerde özgürlük yoktur, özdeşlik vardır. Bu ayırım,  hiç bir zaman birbirine indirgenemeyen solumuz (görümüz)  ve sağımız (duyumuz). İlkine kuram, ikincisine “edim” diyebiliriz.

 Edimsel varoluş yani eylemsel işletim ve   kılgısal işlem olarak gerçekleştiren yaşam çizgisidir. Her şeyi bir  “yaşam” kutbu arkasına sıralarayacak olursak “doğum” pozitifiyle başlayan  bu yaşam noktasının karşısında yer alan nokta işe “ölüm” negatifidir. Bu vektör, zamanın bir yönü olduğu gibi yaşamın bir aktığı bir kutuptur. 

İşte inanç ve ondan doğan dini, insanın bireysel ve toplumsal bütün düşünce ve davranışlarını kapsayan bir yoldur diye tanımlıyorum.  Bu yürüyüşün kaynağı ister sadece  akla  ve fenne ister sadece nakle ve dine isterse  ikisine birlikte dayansın, sonuçta,  özgürlüğü akıl ve nakilce güvence altına alınmış bir seçimdir. Bu yolların birine sahip olan zümrelerin dinini hakka değilde gücüne dayandırmaya çalışması yanlıştır. Yüzüne tükürüldüğünde kılıcını indiren bir güçtür, gerçek.. Buna ihlas yani içtenlik ve katıksızlık diyoruz katılığın ve gösterişin zıddı olarak. Allah’ın razı olduğu ve Kitabiyle bildirdiği İslam dini ise, din özgürlüğünün temini  ve islamın güvenliğinin sağlanması için, yaşantısının temsil çağrısının tebliğ edilmesini istemiştir. Bu çağda bu temsil,  ibadetten çok dürüstlükle tahakkuk etmekte, bu asırda,  tebliğ söylemekten çok yaşamakla gerçekleşebilmektedir. Dini amaçların gölgesinde yapılsa da ekonomik ve politik haklar için yapılan mücahede ve mücadelelerin uzantısı olan şiddet (terör)  ve harb ise  göksel değil , daha çok yersel niteliktedir. 

Eğer kurama geçersek bu noktanın ardında  “tanınç” yani bilinç (us), istenç (dil), sevenç (gönül)  ve duyunç (göz) bileşenlerinden oluşan şuur denilen kutuptur. Bunların,   ardındaki  özünç (sırr-ı zat) ün istihalelerinden  kaynaklandığını ve ortaya çıkan dialektik yapılardan yani  toz (dalgacık ve parçaçık kuramlı), töz (değişme ve süreklilik uçlu), söz( sentaktik ve semantik düğümlü), köz (töre ve tüze üzümlü) oluştuğunu kuruyorum. Ama önemli olan bir edim olarak yatay ilerleyen günün sabah ve akşam devinimini fark edebilmek ve öncelikli bulunan bu akımın yönünü idrak edebilmektir.  İşte bu noktada gidilen yol yani din öne çıkar. Din ise ister istemez insanı, ölüm/olumsuzluk (Tanınç) ve olum/ölümsüzlük (Tanrı) karşı karşıya getiririr. Bizim tanıncı yani olumu/ölümü  biçimle şeklimiz  ve yaratma suretimiz,  Tanrıyı yanı olumsuzluğu/ölümsüzlüğü  tanıma tarzımızı  (sunum)  ve seçme tavrımızı (sanımı) belirler. Yani anlam ve amaçlarımızın içinde yatan görüm (nazar) ve erim (niyet), hep “Ben kulumun zannı üzereyim” gerçeğini yineler v yeniler. Bu nedenle olum yada tersinden ölüm en birincil, en öncelikli ve en önemli sorun olarak sürekli bir biçimde;  güne, güncele ve gündemimize gelip oturacaktır. Biri  ölümu unutuyor olumu seçiyorum fakat ölüm geliyor kendisini dayatıyor! Bir başkası tersini söylüyor. Yaşamın  doğru doğrultusu, tanıncıda içermek üzere, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi öteye yönelen dengeli yürüyüş olmalıdır. 

Öyle ise,  “gün”ü,  güncelin ve gündemin yakalanması ve “yol”uda,  yanların ve yönlere yönlenilmesi olarakta görebiliriz. Ya da günün maişet (yiyim) ve maaş (geçim) sorunlarını yolun da  istikamet (doğrultu yanları )  ve cihet (yaklaşım yön) ikili bir bölümlemeye tabi tutabiliriz.

Cisim, cesedemizin ilk yapı çevresini teşkil eder. Cesedi kullanmak günü kullanmak, günü kullanmak ise zamanı kullanmakla eşdeğerdir. Zamanı kullanmak ise başlıbaşına bir bilim ve sanattır. Hatta “günbilim” adında bir disiplin kurulmasının zamana geldi  geçiyor bile.  (*5*)

Fakat bu günbilimin kurulmasından hatta yöntembilimin hallinden  de önce çözülmesi gereken bir sorun var;  devrimci olabilmek. Çünkü sizi yıkıcı olmakla ve bozgun bulunmakla karşılarına aldıklarında doğrununu ve gerçeğin ardında bulunmak, eğer bu devrimi içinizde gerçekleştirememişseniz,  zorlaşacaktır. Bu nedenle sorunların en ağırı, eski çözümlerdir, dirilişten  yoksun geçmişte bulunan çarelerdir, evrimden  mahrum alışılan yaşantılar ve  devrimden yoksun statükocu  tutumlar..  Artık biliyoruz ki  /-sorun-çözüm-sorun-çözüm-/  zincirinde her çözüm, yenilenmezse,  daha sonra başlıbaşına bir sorun ve tek başına bir bela  olur. Çünkü zamanın değişim ve gelişimini kavramayanlar,  geleneği kudsilikten ayıramayanlar (korumacılar), yinelemenin oluşturduğu alışkınlıklardan ayrılamamayanlar (tutucular), geçmiş çözümler adına, yenileyicilerin ve değişimcilerin karşısında en büyük engel olurlar. Eğer o kültür ve uygarlık;  yıkıcı yenilemeleri ve bozucu değişimleri, sağlıklı ilerleme ve sağlam yükselmeden ayıramadığı (sola sapma) gibi, korumacı ve değişimci arasındaki arasındaki seçim de oyunu, değişimci lehine kullanmazsa yani  gerici (reaktiv)  ve tutucu  (statükocu) bir yolda gitmelerinden dolayı   yinelenen geleneği eskiyen yeniden  ayıramayanların  (sağa sapma)  aleyhine çeviremezse,  toplum kurtarıcı ve geliştirici hamleden yoksun kalır. Bu yoksunluk, kendini tanımadan başkasını  kurtarmaya kalkanların  daha doğrusu ekonomik çıkarı ve politik yararı için başkalarını kullananların,   cismin alışkanlık ve alışkınlıklarının kontrol edilemediği ve zihnin sanı ve kanılarının koordine edilmediği durumda ortaya çıkar. 

Metriks filminde kader ve iman sık sık geçiyordu ama ibadet yoktu  “namaz”  kılan  söz konusu değildi.  Fakat bilimin temel konusu olan kader ve zaman, hep namazın mizan ve nizam gerçekleri olarak filimde kurguluyordu. Molfis, metriks kontroldür diyordu. NAMAZ KONTROLDÜR. Kişinin kendisini değiştirmesi ve düzeltmesi için kendi kendini denetlemesidir. Eğer metriks, ZAMAN’ın çizgisi  ve yazgısı   ise kontrol  ve kontrol den ibaret NAMAZ da  orada olmalıdır. Ama filmi müslümanlar değil hristiyanlar çevirdiğinden  namazın görülmemesi normaldır. Ama gören için, disketlerin kafaya geçirilmesi ve bilgilerin beyne indirilmesi suretiyle insanın inşası, kural ve ölçüye göre davranış ve yaşantısının özgürce düzenlenebilinmesi için, usa “temel” bilgi ve sevgi bindiren, gönüle  “güncel” bilgi ve buyruk yükleyen namazdan başka bir şey değildir. Yenilenen zaman bazında  yinelenen namazdaki faz, insanı yarı yolda koymaz.  Özgürce kendine telkin, özerkçe zikri tekrir,  karşılıklı güven ve itimad, mütekabil sevgi ve saygı, hayata gösterilen ciddiyet, şuurla rizikolara atılma ve bir amaçı seçerek uğruna kendini adama, bir görevi kabullenerek bir işe atanma  işinde;  amaç kendisi ise hem kendine hem Allah’a yaptığı istianesiz  ibadeti,  amaç Allah içinse hem  Allah’a ibadeti ve istianeyi ve hem kendisine istianeyi içeren namazın,  bir tür tezahürüdür. Bir insan işinde Rıza-yı İlahiyi yada Hizmet-i İslamiyeyi nazar ve niyetine almayabilir. Ancak nesneler dünyasının bir öğesi ve kimseler dünyasının bir üyesi olan o kimsenin yaptığı bütün iş, çekim ve radyosyon gibi doğa koşullarının  ve iktisat ve adalet gibi döne kurallarının işleyişi olan yargı ve yazgının bir parçasıdır ve bu işe o ne ad verirse versin ister kızdığı felek ister sevdiği zaman,  o namaz yani ibadettir. Ve zaten zaman, namazın tersidir. 

Kilise ve ayin  yoktu ama orada İsa (A.S)ın ruhu dahi vardı. Geçmişten gelen Neo, metriksi yapan ve ajanlarca yapılan metriksi düzeltecek olan kurtarıcı idi. Peygamberler insanların gerçek ve birincil kurtarıcıları oldukları gibi maddi ve manevi gelişiminde önder ve öncüleridirler.  Ateizm marazına  (Niçin arızı bir haldir tanrı-tanımazlık ?  lojik ve psikolojik hiç bir çelişki ve çatışkısı bulunmasa dahi “saltı” yadsıyan zihin sağlam-sağlıklı  olamaz. “Salt” gerçekliği yadsımıyorsa kendisi ateist olduğunu söylesede bunun adına deizm denir. Deistin, indirilene ve gönderilene olan kararsızlığı ise,  onun potansiyel özgürlüğünü kinetik hale getirmediğinin, teist yada ateist yönde aklını kullanmadığının göstergesidir)  bulaşmamış hiç bir ilim adamı, onlara dil uzatamaz. Hürriyeti ve Teslimiyeti dengelemiş din adamı Ateizmden korkmaz ve onu karalamaz. kimsenin kimseye zorla, ister dünyalık ister ukbalık olsun  ne cennete ne de cehenneme sokmaya ne hakkı ne yetkisi vardır. Eşya ve ziya birbirini  gösterir eşhas  ve esma ise birbirini  göstegeler. Öncekine dil sonrakine gönül diyoruz. Görüntü ve gösterilerdeki tanınan ve bilinen ve sevilenlerin ayrıntısına  girmeden uygarlığın hars (ideoloji) ve umran (teknoloji) kanadlarıyle ilerlemesinde, fen (gün)   ve dinin işbirliğinin zorunluluğunu, bilimin (illet)  ve hukukun (akibet) işbölümünün gerekliliğini anlatan http://geocities.com/osmanziya sayfama yöneltmede bulunmak istiyorum. Orada  özgürlüğün gereğini, bilimin önemini  ve inancın önceliğini, iletişimin zorunluluğunu anlatmaya çalıştığım yıllar öncesine ait yazılar var. 

İşte sorunların en büyüğü olan ölümün çözümünde, ilk  çare sorunu çözümleyecek  sağlam yargılamanın (istencin/meşiet-irade)   kurulması ve sağlıklı düşüncenin (bilincin/mantık-idrak) oluşturulmasıdır. Başka bir ifade ile aklın (özerk vicdanın ve özdeş nühanın) özgürleştirilmesidir. Aklı özgürleştirmek, gerekli gereksiz bütün bilgileri bilgisayara yükler gibi insanın beynini ve yüreğini verilerle , gönlünü ve usunu görü ve kavramlarla  doldurmak demek değildir. Aklı özgürleştirmek, kişinin   kendisinin,  görüş ve tutumunu sağlam bir şekilde oluşturması, eleştirmesi ve geliştirmesidir. Düzeltim ve denetimlerle,  bireyin benliğini yaşantı ve davranışı sağlıklı hale getirmektir. Neo’nun bu aşamaları nasıl geçirdiğini gözlemlemişsinizdir. Nasıl kuşkusuz ve korkusuz hale geldiğini de. Aklı özgürleştirmek, ferdiyeti ve haysiyetiyle salih bir kimlik (hüviyet), sahih bir (şahsiyet) kişilik kurmaktır. Bu yoldaki ilk çaba;  fenni ve felsefe sorun çözümlerin ötesinde, maddi ve manevi sorun ayırımının bilincinde, alanların mübayenetinin ve yöntemlerinin münazatının farkında bir şuurla,  ateist veya  teist bir yaklaşımı özgürce kurmak, septik veya doğmatik yoruma özerkce yönelebilecek Tanıncı; duyuncu, bilinci, sevenci ve  İSTENCİ kurmaktır.. Bu yol,  tevhide götüren ikiliktir. Sonra birliğe ve tekliğe ulaşmak aşaması gelir ki asıl zor olan, gerçekleşmesi güç olan budur. Bu noktada istiane, inayet ve hidayet yardıma gelmelidir. Yoksa sadece istencin istemesiyle birleşme ve kavuşma gerçekleşemez. Ancak dudaklar karşılıklı  sevgi varsa birleşirler. Yaratıcı “öpüçük” o zaman, “sen ölemezsin, olmalısın” diyerek,  özgürlüğü doğrur.   Yoksa birlik adına yanlardan birini hapsolmak, gerçek birlik değil,  bütünlüğü unutan ve yetkinliğini kaçıran;  sözde birliktir, sözde felsefedir, sözde hikmettir, sözde dindir.

Bu nedenle bu yarım ve yanlı çözümler, tembellik, korkaklık, kuşku ve bilgisizlik sorunlarının  en başında yer alan “ölüm” sorunu, çözülmezse yaşam karşısında bizi tutuk,  tutsak ve tutucu kılar. Bu sorunu unutarak yada yok sayarak daha kolay sorunlarla uğraşmak yolunu seçmekte,  ölüm ve yokluk sorununu çözmede tutulan bir yoldur ama insanı yarı yolda bırakan bir yöndür.    Zaten insan cisim makinesi ve dış görünümü itibariyle  “SORUNU ÇÖZME” adına daha önce konulan, geçici ve kolay,  yorum ve teorilere yamanmaya meftunudur. Doğruya arar ama yanılmaya yönelimli ve  unutmaya eğilimlidir.. çalışmaya bağlıdır  fakat çıkarının  tadına  açtır ve  tembelliğin tutsaklığına   yatkındır..  düşünmeyi sever fakat  görmeye ve görüntüye  saplanır.. gösteri   ve gösterişe  bayılır.  Başka bir ifadeyle mübtela olduğu kuramların kanıları (kanaat ve ictihat)  ve sanıları (zan ve tahmin) ın çözümleri;  evvelce geliştirilen itiyad edindiği  çarelerin alışkanlığlı (örf ve adet) ve alışkınlığı (meleke ve meharet), hasılı geçmiş tarikat, hizip, meslek, meşrek, mezhep, doktrin, izm ve yolların hasılı her türlü öğreti ve kuramın paradiğma ve doğması, “kemikleşen kıkırdak doku”su,  sorunun en birinci belası olurlar.. şayet  değişmez ilkeler, eskimez ülküler ve  şaşmaz verileri bunlardan  ayıracak bilgisi yoksa.. Akıl özgür bir temeldan kalkmak ve özgün ve özerk bir düzen ve dizge kurmak yolunu, içten uğraş ve arayış;  etkin bir çaba ve sorgulayışla  seçmezse.. Şayet bu akılcı yol dışında  içinden bir sezgiye, ışıltılı bir esine ve arifane bir sese kulak verme bahtiyarlığı yoksa.. Bütün yapıp ettikleri, duyup düşündükleri..  varoluşu yada topluma katkıda bulunuşu, kişisel ve kamusal hayatı, profesyönel yada amatör uğraşısı.. eleştirilere kulak vermeyişi, tartışmalardan kaçışı.. emval ve emlakına mütbetala bulunmak yada ehlini ve evladına meftun olmak  gibi nesnsel yada kimsel araçları amaç haline getirişi..  şervet ve şöhretiyle gururlanışı. gücü ve yetkisiyle böbürlenişi..  yetenek ve beceriyelere övünüşü.. gençse ölmeyi  unutma, imamsa ölüyü kanıksama, tabibse ölümü doğallaştırma, yaşlıysa öleceğini  genelleştirme..  hep “ölüm” sorununu  çözme adına, diğer alt (ayrıntılı ve kılcal)  sorun ve yükümlülüklere  yönelerek uyum sağlama ve ana (ilk ve kök)   sorulardan ve sorumluluktan  kaçarak savunma çareleri bulma ve kurma  çabalarından  ibarettir. 

 

GİRİŞ